M. Alagaş / Vertaling : A.Altınok
TEVHİD ve ŞİRKÖnsöz
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Hamd, sena ve Övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (cc.)’a mahsustur. Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetînce sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya, a’line, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun,.
Şirk ve tevhid kavramları, yaşadığımız coğrafyadaki insanların genel olarak duydukları veya bildikleri kavramlardır. İslam’ın özüyle ve temel yapısıyla dolaysız bir şekilde alakalı olan bu kavramlar, birçok kimseler tarafından bilinmesine rağmen, kuşatıcı anlamlan ve yaşantıdaki yerleri itibariyle toplumun gafil olduğu meselelerdir.
Tevhid ve şirkin güncelleşmesi, yaşanılan coğrafyalarda müşahhas bir hale getirilmesi, İslami davet için açık bir gerekliliktir. özellikle sirk meselesi, insanların zihninde geçmişten örneklendirilen meselelerdir. Çağdaş şirkin her türlüsüyle içice veya yüz yüze olan insanlarımıza şirk denilince, her nedense sadece Mekke müşriklerinin taptıkları bazı putlar akıla gelmektedir. Nitekim birçok insanımıza göre putperestlik veya Allah’a eş koşmak, çok eskilerde kalan hadiseler olup, günümüzde böyle ilkel şeyler hiç söz konusu değildir.
Oysa Öyle bir çağda yaşamaktayız ki, putperestleri veya müşrikleri İslam’ı reddedenlerin arasında değil kendilerini İslam’a nispet edenlerin arasında bulmamız mümkündür. Kendisini müslüman zanneden nice insan vardır la, itikadtyla, yönelişiyle, yaşantısıyla müşriklerden veya putperestlerden herhangi bir farkı yoktur.
Fakat kendisine sorsanız, Elhamdülillah müslümanım diyecektir. Tabi ki bu çelişkilerin nedeni, tevhid ve şirk meselesinin yeterince günceüeşmemesi ve yaşadığımız coğrafyaya göre açıklanmamasıdır. Tevlidi ve şirk gerçeğiyle ilgili olarak insanımıza verilmesi gereken temel esasları amaçlayan bu kitap çalışmasında, bu meseleler yaşadığımız coğrafyadaki insanlar ve insanların içinde bulundukları durum dikkate ahnarak, kısa ve özlü bir şekilde verilmeye çalışılmıştır. Hayrın gerçek sahibi olan Rabbmizden, bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyoruz.. birinci bölüm Mehmed ALAGAŞ İZMİR/1991
Şirkin Tanımı
Ortak olmak’ manasına gelen “Şe-Ri-Ke” fiil kökünden bir mastar olan “Şirk” kelimesi; ortak koşma, ortak tanıma anlamına gelir. Bir kavram olarak kulanıldığı İslami pratikteki anlamı ise; alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)’a zatında ve sıfatlarında eş koşmak veya Allah’a ortak isnat etmektir. Allah’a eş veya ortak koşmayla ilgili bütün fiillere “Şirk” denildiği gibi, bu fiillerin faillerine de “Müşrik” denilir. “Şirk” kavramı, İslam’ın kuşattığı bütün meselelerde Allah’a eş koşmak veya Allah’a ortak isnat etmek manasına gelmesine rağmen, günümüzdeki toplumsal anlayışa göre genel olarak, Allah’ı inkar manasına gelmektedir. Nitekim Allah’ı inkar eden kafirlere “Müşrik”, Allah’a inandığını ileri süren müşriklere ise “Müslüman” denilmesinin nedeni, bu çarpık anlayıştır.
Oysa İslam’la mükellef olan bir insan yaratılışla ilgili bazı olayları görerek ve tefekkür ederek; “Allah vardır” dese, sadece bu ikrar ve bu inanç o insanı müslüman yapmaz. Bilindiği gibi müşrikler de yaratıcı olarak Allah’a ve Allah’ın varlığına İnanmaktadırlar. Nitekim müşriklerle ilgili olarak Kuram Kerim’de şöyle buyurulmaktadır.,
Andolun, onlara; Gökleri ve yeri lam yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade hidı? diye soracak olursan, şüphesiz; Allah diyecekler. Şu Imlde nasıl oluyorlar da, çevriliyorlar?[i][1]
Andolsun, onlara; Gökten su indirip de ölümünden sonda yeryüzünü dirilten kimdir? diye soracak olursan, şüp-hest; Allah diyeceklerdir. De ki; Hamd Allah’ındır. Hayır onların çoğu akktmiyorlar.[ii][2]
Kur’an’ı Kerim’de zikredilen bu gibi ayet-i kerimeler, meseleye açıklık getirmektedir. Müşrik, Allah’a inanmasına rağmen Allah’a eş koşan insandır. Aliah’a eş koşan bu insanın, Allah’ın varlığına olan imanı ister taklidi iman, ister tahkiki iman olsun bu insan müşriktir ve İslam dairesinde değildir. Şirk meselesine tanımla ilgili olarak bu kısa girişi yaptıktan sonra insanlan müşrik durumuna getiren şirk olgusunu, itikadi ve ameli şirk olmak üzere iki genel başlıkta değerlendirebiliriz.,
İtikadi Şirk İtikad demek, bir dinin temel inanç değerlerine kalbi bağlılık veya inanmak demektir. İslam dinindeki iman esaslan amentüde belirtildiği üzere altı olarak bildirilse de, böylesi bir yaklaşım sınırlandırıcı olur. Günümüz müslümanlan Allah’a, Peygambere ve bir bütün olarak Kur’an’ı Kerim’e inanmakla yükümlüdürler. Kur’an’ı Kerim’de bildirilen bütün gerçekler, Kur’an’ı Kerim’de beyan edilen bütün esaslar, müslümanlar için birer iman esasıdır. Bu iman esaslarını bölmek, bir kısmını esas, bir kısmını detay kabul etmek, müslümanlar için mümkün değildir.
İslam’a göre en temel inanç, Allah inancıdır. Tabi ki bu Alİah inancı, değişik menkibelerde ve hurafelerle karışık hikayelerde verilmeye çalışılan Alİah inancı değildir. Allah inancının nasıl ve ne şekilde olacağını bildiren yegane kaynak, Kur’an’ı Kerim’dir. Müslümanlar yaratılmış birer mahluk olduklarının idrakine vararak, Yaratıcıyı kendi akıllarına ve yaklaşımlarına göre tarif etmekten veya tanımlamaktan şiddetle kaçınırlar.
Müslümanlara göre Allah (c.c.)’ın en doğru tanımı, Allah’ın Kur’an’ı Kerim’de kendi zatıyla ilgiii olarak yaptığı tanımdır. Müslümanlar bu tanımı ne eksiltmeye ve ne de çoğaltmaya çalışırlar. Çünkü böylesi yaklaşımlar, insanlann büyük bir bölümünü, şirk vadisine sürükleyen yaklaşımlardır. İtikadi şirkin temelinde, Allah inancında meydana gelen bu gibi sapık yaklaşımlar bulunmaktadır. Nitekim müşriklerin büyük bir kısmı, böylesi yaklaşımlarla Allah’a zatında ve sıfatlannda şirk koşan kimselerdir.
İtikadi şirk içinde bulunan kimseler, genellikle müslüman olduklarını zanneden veya müslüman olduklarını ileri süren kimselerdir. Bunlarda meydana gelen itikadi şirkten, ne yazık ki birçok örnekler verebilmemiz mümkündür., Mesela herhangi bir insan, yegane Halik, yani yegane yaratıcı olan Allah’a inandığını söyleyip; kainatın, dünyanın ve dünyanın içindekile-rinin yaratılışını, Allah’la beraber başka şeylere de nisbet ediyorsa, yegane Rezzak, yani yegane nzık verici olan Alİah’ a inandığını söyleyip; nzık verici olarak Allah’la beraber başka şeyleri de ön piana çıkarıyorsa, yegane Hadi, yani yegane hidayet edici olan Allah’a iman ettiğini söyleyip; hidayet edici olarak başka şeyleri de görüyor ise, yegane ve mutlak Hakim olan Allah’a iman ettiğini söyleyip; hakimiyeti Allah’tan başka kimselere veya mercilere nisbet ediyorsa…. böylesi inanışlarda bulunan insanlar İtikadi şirk içersindedir. Kısaca örneklendirdiğimiz bu itikadi şirkler müslü-manlarda olmamakla beraber, müslümanlann da bu gibi konularda yeterince bilinçli olduklannı söyleyemeyiz. Mesela aklı başında gözüken bazı alimler bile İslami mücadeleleriyle ilgili olarak “Bizim mücadelemiz Allah’ın hakimiyetini tesis etmek içindir” diyebiliyorlar!. Böylesi bir söz, öncelikle Allah’ın sıfatlarını bilmekle yükümlü olan alimlere yakışmayacak bir sözdür. Müslümanların ve özellikle müs-lüman alimlerin, itikadi sapma meydana getirebilecek olan böylesi sözlerden şiddetle sakınmaları gerekir. Çünkü bizler biliriz ki Allah (c.c.) bütün alemler üzerinde mutlak hakimdir. Yaratıcının İlahi hakimiyet sıfatı, biz yaratılmışların mücadelesiyle tamamlanabilecek veya gerçekleşebilecek bir sıfat değildir. Allah (c.c.)’m Hakimlik sıfatı, zaten kendi özünde her türlü eksiklikten münezzeh olan bir sıfattır. Bu Öylesine muhteşem bir hakimiyettir ki, bu ilahi hakimiyeti kabul eden veya etmeyen bütün mahlukatı, bütün yaratılmışları kuşatmaktadır. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)’ın İlahi hakimiyetini, bu hakimiyeti kabul eden ülkelerde “Var”, İlahi hakimiyeti reddeden ülkelerde “Yok” sanmak, itikadi bir yanılgıdır. Herhangi bir ülkeyi yöneten Firavun veya Nemrut, Allah’ın hakimiyetini reddetse dahi, yine de bu ülkedeki mutlak hakimiyet o Firavun’un veya o Nemrud’un değildir. İlahi hakimiyeti reddeden Firavun veya Nemrud, yönettikleri ülkede hakimiyetin gerçek sahibi olsalardı, hiç şüphesiz ki Firavun Hz. Musa’yı, Nemrud ise Hz. İbrahim’i gayet kolay öldürebilirdi. Oysa biliyoruz ki bir yalancı hakimiyetin sözcüsü olarak Allah’ın elçileri hakkında “Ölüm hükmünü” vermelerine rağmen, İlahi hakimiyetin takdirine boğun eğmek zorunda kalmışlar ve öncelikle kendileri ölmüşlerdir. Çünkü Allah (c.c), kendi hakimiyetini reddeden firavunlar üzerinde de mutlak hakimdir. Meseleyi Türkiye coğrafyasında sonuca bağlayacak olursak, Türkiye genelinde Allah’ın hakimiyeti değil, İslam’ın hakimiyeti yoktur. Dolayısıyle birer mü’min olarak bizlerin mücadelesi, Allah’ın hakimiyeti için değil, İslam’ın hakimiyeti içindir. Bizler bazı yazılarımızda veya bazı konuşmalanmızda “Hakimiyet Allah’ındır” diyorsak, bu sözümüz; gerçekleştirmeyi arzuladığımız bir temenni değil, insanlara hatırlatmak istediğimiz apaçık bir gerçektir. Netice olarak müslümanlardaki Allah inancı, itikadi şirkten ve itikadi sapmalardan uzak olan, Allah’ın zatına ve sıfatlanna uygun bir İnançtır. İmanla İİgili bütün meselelerde bu inançtan sapmak, bu istikametten uzaklaşmak, insanları itikadi şirke sürükleyen bir yaklaşımdır.
Ameli Şirk
Amel’, fiil, eylem, hareket, davranış manasına gelir. İnsanın bütün bir yaşantısında meydana gelen fiil, eylem ve davranışlarındaki şirklere, kısaca ameli şirk diyoruz. Ameli şirk, bizzat fiil ve eylemlerde meydana gelen şirktir. Mesela gaybı bildikleri inancıyla kahinlere gitmek, değişik maksatlar için büyü veya sihir yaptırmak, göz boncuğu veya katır boncuğu takarak, bunlardan fayda ummak, ölülerden veya birer mahluk olan yaratılmışlardan gaybi yardım istemek, Allah’tan başkasına kurban kesmek, insanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklanyla ilgili olan Allah’ın hükümlerine rağmen kendi istekleri doğrultusunda hükümler koymak veya bu şekilde hükümler koyan müstekbirlere oy vererek onlan meşru görmek ve onlara destek vermek… ameli şirklerdendir. Ameli şirkin kaynağında itikadı şirk olduğu gibi, bazı hallerde itikadi cahillik de olabilir. Gerçi itikadi cahillikte de şirki inanışlar vardır ancak bu inanışlar, hakka rağmen inanışlar değildir. Mesela İslam’ın sadece bazı ibadetler değil, başlı başına bir hayat nizamı olduğunu anlamalarına, alemler üzerinde mutlak hakim olan Allah’ın, insanların yaşantılarıyla ilgili olarak hükümler vazettiğini bilmelerine rağmen; bu İlahi hükümleri reddeden müstekbirleri meşru gören ve onları oylarıyla destekleyen kişilerin ameli şirklerinin temelinde, itikadi cahillik değil, itikadi şirk vardır. Bu gibi konularda resmi veya gayri resmi propagandalarla aldatılan, hakkı ve gerçeği bilmeyen kimselerin fiillerinde ise itikadi cahillik bulunmaktadır. Nitekim bütün bunlan dikkate alan İslam, fiilfail ayıranını yapmakta, fiil ile fail arasında bilinç bağı varsa, faili fiile göre sıfatlandırmaktadır. Böyle bir bağ yok ise fiili şirk olarak nitelemesine ve fiilin failini müslüman görmemesine rağmen, bu faile hakkı bildiresiye kadar “Sen müşriksin” diyerek ‘Müşrik’ sıfatını vermemektedir.
Şirkin Psikolojik Ve Sosyolojik Nedenleri
Şirki yönelişlerde bulunan ve şirk fiilini işleyen fail insan olduğu için, insanın araştırılması ve değişik boyutlarıyla ortaya konulması gerekmektedir. Şirkin faili olan insana yeterli açıklık getirilmediği sürece, şirki yönelişlerin nedenleri de açıklık kazanamayacaktır. İnsan nedir? Nelere meyyaldir? Zaaf ve yetenekleri nelerdir? İnsanın yaratıhşıyla İlgili olan bu sorulara, kısa da olsa bir açıklama getirmemiz gerekecektir. Çünkü insanlan şirke sürükleyen nedenlerin hepsi, insan fıtratıyla ilgilidir. Dolayısıyle insanlan şirke götüren nedenleri vermeden önce, bu nedenlerin tesirinde kalan insan fıtratına genel bir açıklık getirmemiz gerekecektir.,
İnsan Fıtratına Genel Bakış
Tevhid ve şirk meselesini incelerken, Allah’a şirk koşan müşrik ile Allah’ı birleyen muvahhid, farklı farklı yaratılışlarda bulunan iki ayrı mahluk olsaydı, bu durum bizler için çok daha basit ve anlaşılır olabilirdi. Oysa biliyoruz ki her iki yönelişin sahibi de insandır. Muvahhid bir müslü-manın temel yönelişi olan tevhid ile, herhangi bir müşri-ğin yönelişi olan şirk, aynı insan fıtratında meydana gelmektedir. Varoluşları itibariyle aynı yaratılışta bulunan insanlar, birbiriyle tamamen zıt oian iki ayn fiile, iki ayrı istikamete yönelebilmektedirler. Birbiriyle çelişen bu farklılığı, yaratılıştaki veya fıtrattaki farklılıklar olarak algılayamayız. Çünkü insanı nasıl ve ne şekilde yarattığını hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimiz, insanın yaratılışıyla ilgili olan gerçeği apaçık bir şekilde beyan etmektedir., O halde sen yüzünü hanif olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir id (Allah) insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında değiştirme yoktur. Bu (din) dosdoğru (müstakim) bir dindir. Ancak insanların çoğu bilmezler.[iii][3] Konumuzla ilgili olarak anlamamız gereken gerçek; Allah (c.c.) sadece müslümanları değil, bütün insanları İslam üzere yaratmıştır ve bütün insanlarda bu dinin gereğini yerine getirebilecek imkanlar ve yetenekier bulunmaktadır. Kur’an’i Kerim’de zikredilen birçok İlahi buyruğu dikkate aldığımız zaman, İlahi hükümlerle muhatap olan insanların değişik konularda inanmak, sevmek, korkmak, sakınmak, itaat etmek, duymak, görmek, bilmek, düşünmek, konuşmak, unutmak, hatırlamak, umutlanmak, özenmek, güvenmek ve istemek gibi farklı fiillerle mükellef olduklarını görürüz.
İşte bütün bu mükellefiyetlerin yerine getirilmesi için gerekli olan fıtri donanım, insanda bulunmaktadır. Daha açık bir ifadeyle sevmekle yükümlü olan insanda sevme vasfı, korkmayla yükümlü olan insanda korkma vasfı, itaat etmekle yükümlü olan insanda itaat vasfı, bu insanın fıtratında bulunmaktadır. İnsanlar sevmeye, korkmaya, itaat etmeye, isyan etmeye meyyal olarak yaratılmışlardır. Ancak yaratılış itibariyle bütün insanlarda bulunan bu fıtri özellikler, insanlann tercihlerine göre şekillenmekte, insanlann tercih ettikleri şeylerle doldurulmaktadır.
Mesela korkmaya meyyal olarak yaratılan bir insan, fıtratında bulunan bu korku boşluğunu, Allah korkusuyla veya Allah’tan başka şeylerin korkusuyla doldurabilir. Sevmek ve itaat etmek yönelişleri de böyledir.
İslam üzere olan bu fıtratın yaratılışta değişmeyeceği ve değiştirilemeyeceği ise ayet-i kerimenin devamında zikredilmektedir. , Allah’ın yaratışında değiştirme yoktur.
İnanmak, sevmek, korkmak, sakınmak, itaat etmek, duymak, görmek, bilmek, düşünmek, özenmek, güvenmek., vs. gibi fıtri temayüllerde yaratılan insanlar hangi dine girerlerse girsinler, onlarda meydana gelen değişiklik fıtri temayüllerde değil, bu fıtri temayüllerle yöneldikleri, benimsedikleri ve sahiplendikleri şeylerdedir.’ İnsan fıtratıyla ilgili olan bu gibi İlahi kanunları, zamanımızdaki birçok insandan daha iyi idrak eden şeytan aleyhiliane, şeytani çalışmalarına bu İlahi kanunlan dikkate alarak yön vermektedir. Nitekim .Allah’ın yaratışında değiştirme yoktur” buyruğunun, kesin ve değişmeyen İlahi bir kanun olduğunu bilen şeytan aleyhiliane, bu nedenle fıtri temayülleri değil, bu temayüllerle yönelinen şeyleri değiştirmeye çalışmıştır. Mesela fıtraten korkmaya meyyal olarak yaratılan bir insana yanaşırken, bu insanda fıtri bir temayül olarak bulunan korkma vasfını yoketmeye veya değiştirmeye çalışmaz. Çünkü bu fıtri temayülü yokedemeyeceğini veya değiştiremeyeceğini çok iyi bilir!. Zaten onun rahatsız olduğu şey insanın korkmaya meyyal olarak yaratılması değil, bu fıtri temayül ile Allah’tan korkmasıdır. Bu durumu önlemesi ve ve bunun da Ötesinde insanların bu fıtri temayülünden faydalanabiimesi için, korkmaya meyyal olarak yaratılan insanları şeytani vesveseler ve tağuti müeyyidelerle korkutması gerekmektedir. Nitekim şeytan ve dostlarının da yaptığı bu değil midir? Cahili sistemlerde yaşayan insanların fıtratları, şeytan ve dostlarının böylesi müdahalelerine maruz kalmıştır. İyiliğe ve kötülüğe meyyal olarak yaratılan insanlar, şeytani propagandalarının tesirinde kalarak iyiliği küçümser, kötülüğü benimser duruma getirilmişlerdir. İtaat ve isyana meyyal olarak yaratılan İnsanların Allah’a itaat, tağuta isyan etmeleri gerekirken; bu insanlar tağuta itaat, Allah’a isyan eder duruma getirilmişlerdir. İslam nasıl ki insanın fıtratını veya yaratılış gerçeğini dikkate alıyorsa; insanlara zulmetmek isteyen şeytan ve dostları da yine aynı fıtratı dikkate almaktadır. Tevhid ve şirk, aynı insan fıtratında meydana gelen fakat birbiriyle tamamen zıd olan iki ayrı yöneliştir. Tevhid ve şirkle ilgili birçok yönelişi, birbiriyle mukayese ederek inceleyecek olursak, iki ayrı yönelişin aynı fıtrattan kaynaklandığını gayet rahat müşahade edebiliriz. İnsanlarda aynı fıtri temayüller, aynı fıtri gereksinmeler bulunmasına rağmen, insanlar hem tevhide ve hem de şirke yöneleb ilmektedirler. İnsanları şirke götüren yönelişlerin nedenlerini ise kısaca şu başlıklarda inceleyebiliriz.,
1. İnsanlara Tevhidi Davetin Yapılmaması
İnsan fıtratının en belirgin özelliği, boşluk kabul etmemesi veya boşluğa tahammül etmemesidir. Dolayısıyle insan fıtratında bulunan bütün temayüller, bütün gereksinmeler, mutlaka ve mutlaka bir muhatap arar ve bu muhatapla boşluğunu doldurmak ister. Mesela korkmaya meyyal oîarak yaratılan insan fıtratı, bu fıtri boşluğunu mutlaka ve mutlaka doldurur. Yaşadığımız dünyada Allah’tan veya devletten veya ölmekten korkmayan birçok insan olabilir. Ancak hiçbir şeyden korkmayan tek bir insan yoktur. Her insanın mutlaka korktuğu, gizli veya açık bir şey vardır. İnsanların fıtratında bulunan bu korku boşluğu, mutlaka ve mutlaka bir korku ile doldurulmuştur. Sevmek ve inanmak gibi fıtri boşluklar da böyledir. İnsanların fıtratında bulunan bu boşluklar, doğru veya yanlış, iyi veya kötü, güzel veya çirkin mutlaka bir şeylerle doldurululmasına rağmen, insan fitratıyla bütünleşebilecek değerler, ancak ve ancak İslam’ın değerleridir. İnsan fıtratı ve insan fıtratında bulunan temayüller, İslam’ın gerçekleri ile donandığı zaman; fıtratına yabancı olmayan bu değerlerle ahenkli bir bütünlüğe girmekte ve kemale yükselmektedir. Tabi ki insanlarda bu kemalin veya bu olgunluğun gerçekleşmesi, insanların öncelikle tevhidi davetle karşılaşmasıyla mümkündür. Yaratılışları itibariyle bir şeylere inanmaya, bir şeyleri sevmeye veya bir şeylerden korkmaya meyyal olan insanlar, bu fıtri ihtiyaçlarını muhatap alan hak davetle karşılaşmadıkları zaman, şeytan ve dostlarının batıl davetlerinden çok daha çabuk etkilenebileceklerdir. Çünkü tevhidi davetin muhatap almadığı insan fıtratını, şirki davet muhatap almakta ve tevhidi gerçeklerle donan-mayan fıtri boşluklar, bu batıl davetle doldurulmaktadır..
2. Dünyevi Endişeler Ve Nefsi Marazlar
Yukarıda yazdıklarımızdan hareket ederek “Hak davetle karşılaşan her insan mutlaka bu davete icabet eder” diyemeyiz. Çünkü biliyoruz ki hak davetle karşılaşmalarına rağmen bu daveti kabul ermeyen birçok insan bulunmaktadır. İşte bu insanların tevhidi daveti reddedip, şirke yönelmelerinin önemli bir nedeni, dünyevi endişeler ve nefsi marazlardır. Mesela temeli zulme dayalı olarak mala, mülke veya makama sahip olan insanlar, hak davetle karşılaştıklan zaman, meselenin sadece kabul ve tasdik olmadığını bilirler. Hakkı ve adaleti kabul etmekle birlikte, doğal olarak batılı ve zuîmü reddetmeleri gerektiğinin de farkındadırlar. Böyle bir inkar ise zulme dayalı olan bütün makamların, sömürüye dayalı olan bütün menfaatlerin de inkan olup, zulüm ve sömürü müptelası olan kimseler için aşılması mümkün olmayan engellerdir. Ekabir takımı için faturası kabank kabul edilen bu gibi dünyevi endişelerin, halk kitlelerinde bir lokma ekmek veya iki kuruş maaş gibi çok küçük birimlere indiğini görürüz. Bir lokma ekmek veya iki kuruş menfaatin yanısıra, devletten ve devlet adamlanndan korkmak, birçok zavallı insanın şirke yönelmesi için yeterli birer sebeb olabilmektedir. Ayaklanndaki ve gönüllerindeki zincirleri biricik mal-varlıklan olarak kabul eden bu zavallılar, ne hazindir ki zincirlerden kurtulmak için değil, bu zincirleri kaybetmemek için mücadele etmektedirler. Bu zincirlerden kurtulmak, boşlukta kalmak gibi bir kabustur bunlar için! Böyle anmışlar, böyle inandınlmışlardır bu zavallılar!. Nitekim asker askerliğini, işçi işçiliğini, köle köleliğini bu itikadla yapmaktadır!. Geçmişteki hıristiyanlar, rahiplerine birkaç kuruş vererek cennet tapusu alıyorlardı. Herkesin yadırgadığı bu durumu, ben pek yadırgamıyorum. Hem neden yadırgayım ki! Birkaç kuruş menfaat için gerçek cennetlerini satan milyonlarca insanla bir arada yaşarken, onları nasıl yadırgayabilirim? Birkaç kuruş karşılığında cennet umudu alanlar mı yadırganmalı, yoksa birkaç kuruş karşılığında gerçek cennetlerini satanlar mı?
3. Yarını Uzak Görme
Yannı uzak görme, insanlarda genel bir hastalık durumuna gelmiştir. Herhangi bir şeyin vadesi uzadıkça, üzerine binen faizne olursa olsun bedeli ufalmaktadır birçok insanın gözünde. İlahi tehditlere rağmen şirke yönelmeleri yine aynı marazdan, aynı batıl yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Hesap veya ceza gününü uzak gördükleri için; uzak olan yannlardaki tehdit, onların bugününü pek etkilememektedir. Halbuki gerçek böyle midir? Yarınlar uzak, gerçekten uzak mıdır? Oysa uzak olan, yarın değil dündür. Yirmi yıl sonramız değil, yirmi saniye öncemiz uzaktır, uzaklaşmıştır bizden. Yirmi yıl yol gitsek, yirmi saniye öncemize varabilmemiz mümkün değildir. Fakat yarınlar, yannlar, durmak bilmeyen adımlarla üzerimize doğru gelmektedir. Yarınlardan kaçmak, yarınlardan uzaklaşabilmek, durmayan zamandan korkanlar için dermansız bir derttir.. Aslında insanın kendisi de, yarınların geleceğini, mutlaka ve mutlaka geleceğini bilmektedir. Mesela ihtiyacı olan herhangi bir insana “Bugün sana yüzbin lira vereyim, bir hafta sonra üç tırnağım kelpetenle sökeyim!” deseniz, ihtiyacı olmasına rağmen teklifinize yanaşmaz. Çünkü zamanın durmadığını, bir haftanın geçeceğini ve o günün geleceğini bilir. Peki bir hafta geçecek de, bir yıl veya bir ömür geçmeyecek mi? İnkar edemeyecekleri ölüm günü, inandıklarını söyledikleri hesap günü gelmeyecek mi? Biz yaşasak da, biz ölsek de, tıkır tıkır işleyen zaman hiç durmadan, hiç yorulmadan hesap gününe doğru yol almıyor mu? Fakat ne gariptir ki bir haftanın geçeceğini gayet açık bir şekilde idrak eden birçok kimsenin kısa aklı, mesele ölüm veya hesap gününe geldiği zaman bulanmaktadır. Burunlarının dibinde olan ölüm veya hesap günü çok uzaklardadır bunlar için!. Nitekim çok uzaklarda kabul et- tikleri İlahi tehdit, çok uzaklarda kabul ettikleri İlahi azap, onlan şirkten veya azgınlıktan caydırıcı değildir!. Ahirete kuşkuyla bakan kimseler için, yeniden dirilme ve hesaba çekilme haberleri ise onlann korkmasına değil, kalplerinin bir köşesinde sevinmelerine neden olmaktadır. Çünkü ahirete kuşkuyla bakan bu kimselerde, ölmek ve yok olmak korkusu vardır. Meseleye bu korkuyla yak-laştıklan için, hangi şartta olursa olsun yeniden dirilmeyi güzel bir ihtimal olarak görürler. Yok olmak korkusu, cehennem korkusundan çok daha fazladır bu kimselerde!. Tabi ki bu batıl yaklaşım, cehenneme inanmamanın, cehennemi bilmemelerinin bir neticesidir. Oysa cehennemin müthiş gerçeğiyle karşılaştıkları zaman, Kur’an’ı Kerim’de beyan edildiği gibi Bizi helak et, bizi yokeî ya Rabbi diyerek çılgınca feryat edeceklerdir. Bazılarının kuşkuyla baktıkları, bazılarının uzak gördükleri yarınlar, Allah’a andolsun ki gelecektir, geliverecektir..
4. Batıl Umudlar
İnsanları doğru veya yanlış birçok şeye sevkeden önemli bir etken umuddur. İnsanlar neleri umud ederek, neler yapmışlardır kendi tarihlerinde. İnsanlardaki cennet umudu ise geçmiş tarihten günümüze uzanan ortak bir umuddur. İnsanlardaki cennet umudu ortak bir umud olmasına rağmen, bu ortak umud için yapılmak istenenler ve yapılanlar birbirinden oldukça farklıdır. Allah’ı birleyen muvahhid müslümanlar, kendilerini Allah’ın hoşnutluğuna götürecek cennet yolunu Kur’an ve sünnette ararlarken, bazıları firavunların izinde, bazıları bel’amiarın dininde, bazıları sapıkların tekkesinde aramaktadırlar!. Asr-ı saadet döneminde sadece Efendimiz (s.a.v.) ‘in pak eteğine tutunarak cenenete gidebileceğini zanneden tek bir müslüman yokken; günümüz hem kirli eteklerle ve hem de cennet umuduyla bu eteklere tutunan etekçilerle doludur. Netice olarak insanları tevhide yöneltmesi gereken cennet umudu, birçok insanın şirke yönelmesine neden olmaktadır. Yaşadığımız dünyada cennet umuduyla cehenneme yönelmek, yaygın ve çağdaş birer hastalık durumuna gelmiştir.
5. Duyu Organlarının İlahlaştırılması
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) insanlan bazı duyu organlarıyla yaratmasına rağmen, bu duyu organlan herşeyi kuşatabilecek, herşeyi algılayabilecek keyfiyette değildir. Ancak insanlardan birçoğu bunun pek farkına varmazlar. Onlar için varlık alemi, duyu organlarıyla müşahade edebildikleri şeylerdir. Ellerindeki tahta kılıçlarıyla dünyayı fethedeceğini zanneden çocuklar gibi, bunlar da duyu organlarıyla kainatı fethedebileceklerini zannederler!, “Ancak benim gördüğüm veya benim işittiğim vardır” demek, aynı zamanda “Ben herşeyi görürüm, ben herşeyi işitirim” demektir!. Oysa biliyor ve iman ediyoruz ki herşeyi gören ve herşeyi işiten Rabbimizdir. Bu mutlak sıfat, Rabbimize ait bir sıfattır. Bizler ise yaratılmış birer insanız. Gözümüz ve kulağımız olmasına rağmen ne her şeyi görebilir, ne de her şeyi işitebiliriz. Bu kısıtlı duyu organlarına, kuşatıcı ve mutlak olan İlahi vasıflan nisbet etmek, duyu organlarını ilahlaştırmaya çalışmak demektir. İşte böylesi yaklaşımlar, insanlan şirk olan ataistlikten, küfür olan ateistliğe kadar götürebilmektedir. “Görmediğime inanmam” diyen ateistlerin bu sapıklığı, farklı boyutta müşriklerde de bulunmaktadır. Nitekim canlı veya cansız sembollere İlahilik nisbet eden müşrikler, göremedikleri tanrıyı, görülebilir hale getirmekten yanadırlar. İbadet için yöneldikleri merciyi, müşahhas yani somut hale getirmek isterler. Çünkü böyle yaptıkları zaman, duyu organlan erişemedikleri boşluktan kurtulacak ve bu organlan erişebilecekleri, tutunabilecekleri bir dal olacaktır. Müşahhas hale getirdikleri ve yöneldikleri bu put, ister canlı olsun, ister cansız, ister taştan olsun, ister tahtadan, onlar için farketmez. Yöneldikleri bu putun tann olmadığını bilseler bile, yine de bu puttan vazgeçmezler. Çünkü bu putperestler için yöneldikleri canlı veya cansız put tanrı olmasa da, yine de tanrının bir sembolü, bir işareti veya onlan tanrıya götürecek bir aracıdır. Mühim olan ibadet için yönelinen şeyin kendilerine göre meçhullükten çıkıp, müşahhas hale gelmesidir. Hele hele bu put koskocaman yapılmışsa, duyu organlarının Nitekim falancanın kabrini veya filancanın heykelini çok büyük boyutlarda yapan müstekbirler, bütün bunlan mevtaya olan saygılarından değil, bu sapık yönelişteki insanlan etkileyebilmek içindir. Netice oiarak “Görmediğime ibadet etmem” diyen ateist ile, “Ancak gördüğüme ibadet ederim” diyen müşrik arasında,- önemli bir fark yoktur. Her ikisi de görülebilir bir tann istemektedirler. Birisi göremediği tannyı inkar etmekte, diğeri ise göremediği tanrıyı, canlı veya cansız sembollerle görülür hale getirdiğini zannetmektedir!. Her ikisinin de kaikış ve batış noktası duyu organlarıdır.
5. Çoğunluğun Etkisi
“İnsan toplumsal bir yaratıktır” derler. Kitlelerin geneli için doğru bir söz olsa gerek. Nitekim birçok insan kimlik ve kişiliğini, içinde bulunduğu gruptan veya toplumdan almaktadır. Bu insanlar kendilerini tanımlarken, kendi benliklerini ifade eden “Ben” kelimesi yerine, içinde bulunduğu çoğunluğu kastederek “Biz” kelimesiyle söze başlarlar. Biz şöyleyiz, biz böyleyiz” gibi tanımlamalar, o insan-lann kendilerini içinde bulundukları çoğunluğa göre tammlamalandır. Böylesi durumlarda söz konusu topluluk doğruda, iyide veya güzelde ise herhangi bir probiem yoktur. Hatta problem olmadığı gibi birçok müsbetlikler de bulunmaktadır. Ancak insanı etkileyen grup veya toplum, batıl veya cahili bir nitelikteyse durumlar tam aksi yönde değişmektedir. İnsan ve toplum arasındaki olumlu olan etkileşim, gayet olumsuz bir vadiye kaymaktadır. Cahili toplumun insan üzerindeki baskısı, bu insanı doğrudan, bu insanı iyiden, bu insanı güzelden uzaklaştırıcı bir baskı olmaktadır. İşte böylesi toplumlarda, toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne rağmen iyiyi tercih etmek, her kişinin değil er kişinin işidir. Çünkü böyle bir tercihte, binlerce ağızdan çıkan “Bu doğrudur” sözüne, tek bir ağız ile “Hayn, bu yanlıştır” demek vardır, çünkü böyie bir tercihte, yanlışın çoğulcu kalabalığından çıkıp, doğrunun ıssız gölgesine sığınmak vardır, çünkü böyle bir tercihte, topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmak, toplumun ve toplumsal değerlerin baskısına göğüs germek vardır.. Dolayısıyle kendi kişiliğini içinde bulunduğu grupta veya toplumda bulan kimseler için, böyle bir tercih mümkün değildir. İçinde yaşadıkları grubu veya toplumu reddetmek, kendi benliğini, kendi kişiliğini reddetmek gibi imkansız bir iştir bu kimseler için!. Bu kimseler doğru veya hak bir sözle karşılaştıkları zaman, bu sözü kendilerine göre değerlendirmezler, değerlendiremezler. Akıllarına ilk gelen şey, bu söze karşı grup-iannın veya toplumlarının yaklaşımıdır. Grubun veya toplumun reddettiği bir şeyi, doğru da olsa bunlann kabul etmesi söz konusu değildir. Nitekim cahili toplumlarda yaşayan böylesi kimselerden, şu ifadeleri sık sık duymamız mümkündür., Bunca insan yanlışta da, sen mi doğrudasın? Bunca insan bilmiyor da, sen mi biliyorsun? Bunca insan aldatıldığının farkında değil de, sen mi farkındasin? Bu kimselerin mantığına göre, iyi veya doğru çoğunluğun yani toplumun kabul ettiğidir. Oysa tarihe baktığımız zaman bu mantığın birçok hadisede çöktüğünü görürüz., Sünnetullah gereği topluca helak edilen kavimler, topluca batılda değil miydi? Peygamberlerin gönderildiği toplumlar, hak tebliğe topluca karşı çıkmıyorlar mıydı? Yakın tarihten Örnek verecek olursak, mesela Hitler, koca bir toplumun desteğini almamış mıydı? 0 halde, toplumu veya toplumsal çoğunluğu esas alarak hangi şeye “Mutlak doğrudur” diyebiliriz? Ne var ki bütün bunları yazmamız, kimlik ve kişiliğini toplumdan alan zayıf karakterli kimseler için yine de bir çözüm olmayacaktır. Onlar yine çoğunluğa göre karar verecekler, çoğunluğun ulu dediği cüceleri, uluyarak kutsayacaklardır. Bu kimseler “Ellen gelen düğün bayramdır” derler!. Oysa ellen gelen zulüm, ellen gelen sömürü, ellen gelen cehennem ise, bunun neresi bayramdır!.
İnsanlık Tarihinde Ve Çağımızda Şirk Hadisesi
İnsanlık tarihi, aynı zamanda şeytanın da tarihidir. Şeytan aleyhillane insanlık tarihi boyunca, insan ve toplum olgusundan kesinlikle kopmamıştir. Tarihin her döneminde şeytanın ayak izlerine rastlamak, şeytan ve dostlarının gizli veya açık müdahalelerini görmek mümkündür. Şeytanı insandan ve toplumdan koparmayan gerçek, dostluk değil, düşmanlık gerçeğidir. İnsanın amansız bir düşmanı olan şeytan aleyhillane, büyük veya küçük her fırsatı değerlendirerek, insanlık tarihinde yer almıştır. Müslümanlann en temel meselesi, nasıl ki tevhid ve şirk meselesiyse, şeytanın da en temel meselesi aynıdır. Çünkü gerçekten düşman olduğu insanları cehenneme sü-rükleyebilmesi, öncelikle bu iki temel meseleye yönelme-siyle mümkündür. Bazı İlahi kanunlan birçok müslümandan daha iyi bilen şeytan aleyhillane, hareket metodunu bu kanunlara göre tesbit etmektedir. Şeytana ve şeytani mantığa göre, Allah’ı inkar eden ateistler ile Allah’ın varlığına inanmalarına rağmen Allah’a eş koşan müşrikler arasında herhangi bir fark yoktur. Şeytan aleyhillane her iki durumdan da, her iki grup-dan da memnundur. Çünkü Allah’ı inkar eden ateistlerle birlikte, Allah’a inanmasına rağmen Allah’a eş koşan müşriklerin de cehennem ehli olduğunu bilmektedir., Hiç şüphesiz Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan dilediğini bağışlar.[iv][4] Ey İsraibğullan, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Çünkü O, kendisine şirk koşana kuşkusuz cenneti haram kılmıştır, O’nun barınma yen ateştir.[v][5] Kur’an’ı Kerim’de zikredilen bu hükümlerde, Allah’a inanmalarına rağmen Allah’a eş koşan müşriklerin akibetleri beyan edilmektedir. Kafirler ve müşrikler arasında ameli farklılıklar olsa da, müşriklerin amelleri boşa çıkmaktadır. Yaratıcı olarak Allah’a inanıp, namaz ve oruç gibi bazı amelleri yapmalanna rağmen Allah’a eş koşan müşriklerin hüsrana uğrayacakları, Allah için yaptıklarını zannettikleri amellerin kabul edilmeyeceği ve boşa çıkacağı Kur’an’ı Kerim’de açıkça beyan edilmektedir., Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz senin de amellerin boşa çıkacak ve elbette sen kayba uğrayanlardan olacaksın.[vi][6] Onlar da şirk koşsalardı, elbette bütün amelleri boşa çıkmış olurdu.[vii][7] Müşriklik ve kafirlik açısından akibete ilişkin herhangi bir fark olmadığı için, şeytan aleyhillane sinsice davranmakta, geleneksel bir inanç ile Allah’a inanan insanları Allah’ın varlığını inkara değil, Allah’a eş koşmaya davet etmektedir. Çünkü böyle bir müdahale şeytan ve dostları için çok daha kolay, çok daha verimli olmaktadır. İşte şeytan ve dostlannın insanlık tarihindeki pis ayak izleri, aynı iğrenç müdahale istikametindeki ayak izleridir. Şeytan ve dostlannın insanları müşrik durumuna getiren müdahalelerine açıklık getirebilmemiz için, aşağıdaki sorulan cevaplandırmamız gerekecektir., Müşrikler Allah’a inanmalarına rağmen Aliah’tan başka nelere tapıyorlar ve neleri İlah kabul ediyorlardı, şeytan ve dostlan onları nelere davet ediyorlar ve onları nasıl müşrik durumuna düşülüyorlardı?. Meseleyi Kur’an’ı Kerim’dekİ geçmiş tarihle ilgili verilere ve günümüzdeki görüntülere göre değerlendirecek olursak, ne yazık ki geçmiş ve günümüz ayırımına gitmemiz mümkün değildir. “Geçmişte şöyleydi, günümüzde İse böyle” diyerek, geçmişteki müşriklerle günümüz müşriklerini kesin hatlarla birbirinden ayıramayız. Çünkü şirk vakıası ve şirk mantığı, hem geçmişte ve hem de günümüzde aynıdır. Aynı şirk mantığından kaynaklanan, benzer yönelişler söz konusudur, Nitekim geçmişteki ve günümüzdeki müşriklerin nelere taptıklarım maddeler halinde kısaca değerlendirecek olursak; belirttiğimiz bu benzerlik, dikkatsizlerin bile dikkatini çekebilecek somutluktadır.,
Tabiata Tapanlar
İnsanlar bütün bir tarihleri boyunca, kainatın ahenkli muazzamlığı karşısında ezilmişler ve göremedikleri Allah’la beraber, görebilecekleri güç merkezleri de aramışlardır. Nitekim geçmiş dünya tarihinde güneşe, aya ve yıldızlara tapan kavimler; güneşte, ayda veya yıldızlarda büyük güçler olduğunu kabul etmişler ve karşılaştıkları olaylann bu güçlerin etkisiyle meydana geldiğine inanmışlardır. Tabi ki bu batıl inanış, beraberinde bu şeylere karşı kulluğu yani putperestliği de getirmiştir. Çünkü güneşi, ayı veya yıldızı yaşadıkları olaylarda müessir gören bu insanlar, karşılaştıklan olayları bunlara göre yorumlayacaklar ve bunlann gazabına uğramamak için gerekirse çocuklarını bile bunlara kurban edeceklerdir. Geçmişte bu gibi şeylere ayn ayrı tapılırken, günümüzde ise tabiat ve doğa adı altında topluca tapılmaktadır. Tabiatperest denilen bu kimseler bir yaratık olan tabiatı yaratıcı yerine koymaktalar ve kainatın yaratılışını tabiata nisbet etmektedirler. Bunlara göre kainat kendi içinde ve kendiliğinden varolmuştur. Kendilerine bilim adamı denilen bu kimseleri sapıklığa götüren önemli bir neden, belki bir çoklanmıza tuhaf gelecektir ama kainatın birbirini tamamlayan, birbiriyle bütünleşen muhteşem ahengidir. Yaratılmış olan kainattaki bu muazzamlığı görüp, huşu içinde Yaratıcıya yönelecekleri yerde; akıllarını zorlayan bu muazzamlığa takılıp kalmışlar ve gördükleri muhteşem ahengi, gördükleri tabiata nisbet etmişlerdir. Tabi ki sonuç olarak yanlış, gözlem olarak ise eksik bir yaklaşımdır bu!. Oysa gözlemledikleri gerçekleri biraz daha derinle- mesine inceleseler, bu gerçeklerin üzerinde olan, bu gerçekleri yaratan ve bu gerçeklere vaziyet eden İlahi gerçeği anlamaları zor olmayacaktır. Mesela karıncalan yerin altın* da dahi inceleyen bilim adamlan vardır. Ellerindeki imkanlarla incelemelerini yıllar boyu sürdürürler. Kraliçe karıncanın birkaç erkek kannea tarafından döllendiğini, milyonlarca yumurta yaptığını ve bir kannea kolonisinin bu yumurtalardan çıkan karıncalarla meydana geldiğini görmüşlerdir. Bazı karınca türlerinin çok vahşi olduğu, mesela et yiyen kannealann hücumuna uğrayan bir hayvan sürüsünden veya bir kabileden geriye sadece kemiklerin kaldığı da, yine bu bilim adamlarının bildikleri gerçeklerdir. Fakat ne var ki gözlemledikleri bu gerçekleri yan yana koyup yeterince düşünmezler! Mesela et yiyen kannealann vahşi tehlikesini bilmelerine rağmen kendi kendilerine şu soruyu sormazlar., Sadece kraliçe kannea değil de, diğer karıncalar da çiftleşse dünyanın durumu ne olur? Bu soruya verecekleri cevap bellidir. Dünyada et yiyen karıncalardan başka canlı kalmazdı. Bunu anladıktan sonra ikinci soru gündemlerine gelecektir., Peki diğer kannealar neden çiftleşmiyor? İşte bu sorunun cevabını tabiata nisbet edemeyeceklerdir. Çünkü kendi tanımlamalarına göre tabiat ana doğurgan olup; doğal istekleri frenleyici değil, kendi yaratılışında teşvik edici bir niteliktedir. O halde doğurgan olan ve doğurganlığa karşı olmayan tabiat, bu doğum kontrolünü nasıl yapıyor? Çiftleşmekle ilgili hiçbir eksikleri olmayan ve bunun da ötesinde çiftleşmeye arzulu olan milyonlarca dişi ve erkek karıncayı, çiftleşmekten alıkoyan gerçek ne? Ki aynı durum, anlann dünyasında da vardır! Anların dünyasında da sadece kraliçe an çiftleşmektedir. Bilinçli yaratık kabul ettikleri insanlara dahi yeterince doğum kontrolünün yaptmlamadığını bilen bu kimseler; karıncalann veya anların bu fıtri istekten neyle alıkoyulduklannı nasıl izah edeceklerdir? Oysa bunun yegane izahı bilinçsiz olan tabiat değil, tabiatı yaratan ve tabiattaki ahengi sağlayan İlahi iradedir. Kısacık akıllan ile Yaratıcının iradesini, yaratılmış olan tabiata nisbet edenler, tabiatı Allah’a eş koşan tabiatperestlerdir. Bilimsellik adına ileri sürülen bu gibi safsatala-nn yanısıra; yıldızlann insanlann kaderi üzerinde müessir olduğuna, yıldıznameye ve yıldız fahna inanan kimseler de aynı sapık fırkanın, sapık müntesipleridir.
Cinlere Tapanlar
Kuranı Kerim’in cinlerle ilgili beyanına göre cinler ateşten yaratılmış olup, aralannda hem iyilerin ve hem de kötülerin bulunduğu yaratıklardır. Cinler hakkında bunları bilmemize rağmen, cinler yine de biz insanlara göre varlığı malum, mahiyeti meçhul yaratıklardır. İnsanlarla cinler farklı boyutlarda veya farklı düzlemlerde yaratıldıktan halde, insanlarla cinler arasında değişik yollarla iletişim kuru-labiimektedir. Kur’am Kerim’e göre insanîann cinlerle ilişki kurması müsbet bir gereklilik olmamasına ve insanlar böyle bir iletişime teşvik edilmemelerine rağmen; cinlerin peygamberi düzlemde insanlık alemine ilgi duymaları, insanlar arasından çıkan peygamberlerin davetine kendi konumlanna göre icabet etmeleri Rabbani bir gerekliliktir. Nitekim birçok cin taifesi Efendimiz (s.a.v.)’in davetini dinlemişler, bu davete kendi konumlanna göre icabet etmişler ve bu daveti kendi kavimlerine de iletmişlerdir., Hani cinlerden bir kaçım, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik Böylece onun huzuruna geldikleri zaman dediler ki Kulak verin; sonra (dinleme işi) bitirilince de kendi kavimlerine (birer) uyancı-korkutucular olarak döndüler. Dediler Ey kavmimiz, gerçekten biz Musa’ dan sonra indirilen, kendinden öncekileri de doğrulayan bir Kitab dinledik; hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip iktmektedir. Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azabtan korusun.[viii][8] Cinlerin insanlık alemiyle olan bu ilişkisi, tabi ki olumlu bir ilişkidir. Ancak bunun dışındaki karşılıklı ilişkiler, genel olarak şeytani ilişkilerdir. Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetinde görmediğimiz bu karşılıklı ilişkilerin neticesi ise; genellikle insanlann cinler ile Allah’a eş koşmalan ve cinlere tapmalan sonucuna varmaktadır. Cinleri Allah’a ortak koştular, oysa onları da O yaratmıştır…[ix][9] (Melekler) Dediler ki Sen yücesin, bizim velimiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinlere tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi[x][10] Cinlerin Allah’a eş koşulması demek, Allah’ın yüce sıfatlarının cinlere nisbet edilmesi, Allah’tan istenmesi gereken şeylerin cinlerden istenmesi demektir. Cinlere iman etmek ise, cinierin verdiği her habere inanmaktır. Tabi ki bütün bunlar ve bu gibi yönelişler, sadece geçmişe özgü veya geçmişteki müşriklerin yaptıkları şeyler değildir. Günümüzde de durum aynıdır. Mesela sabahın erken saatinde camilerde üç-beş insan bulunmasına karşın, cinci hocaların kapılan, sıra kapmak isteyen insanlarla doludur. İnsanları Allah’ın huzuruna değil de, cinci hocalann huzuruna götüren etken, hiç şüphesiz ki şirk etkenidir. İnsanlar Allah’tan isteyecekleri, Allah’tan bekleyecekleri şeyleri cinci hocalardan ve cinlerden bekler duruma gelmişlerdir. Kendilerine entel veya elit tabaka denilen kimseler ise aynı yönelişin modern boyutu olan medyumluğu tercih etmektedirler. Ruhlarla ilişkiye girdiklerini zanneden fakat aslında cinlerle İlişkiye giren ve cinlerin maskarası olan bu kimseler, cinlerin kendilerine bildirdiği her şeye İlahi va-hiymiş gibi inanmaktadırlar. Halbuki yaşanan zamanlardan bazı doğru bilgiler verebilecek olan cinlerin, henüz yalanmamış bir zaman diliminden verdikleri gaybi haberler, en basit ifadesiyle spor-toto tahminleri gibidir. Nitekıiu cinlerin gaybı bilmedikleri ve bilemeyecekleri Kur’an’ı Kerim’de açıkça beyan edilmektedir., Böylece onun (Süleyman’ın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü, onlara asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başka haber veren olmadı. Artık o, yereyıkılıp düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıpyasamazlardı[xi][11] Ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) tarafından ve müstesna bir vakıa olarak Hz. Süleyman (a.s.)’ın emrine verilen cinler, asasına dayalı olarak vefat eden Süleyman (a.s.)’ın öldüğünü anlayamamışlar ve (asanın bir ağaç kurdunun kemirmesiyîe kırılmasına kadar) yaşıyor sandıklan Süleyman (a.s.)’a hizmet etmişlerdir. Şanı yüce olan Rabbimizin de beyan ettiği gibi, şayet gaybı bilselerdi, uzun bir zaman bu durumda kalırlar mıydı? Ne var ki bu İlahi gerçekleri bilmeyen insanlar, birer yaratık olan cinlere, Yaratıcının sıfatiannı vermekteler ve Allah’a sığınacakları yerde, cinlere sığınmaktadırlar., Bir de şu gerçek var; İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı adamlara sığındılar. Öyle oluyor ki, onların azgınlıklarını arttırmışlardır.[xii][12] Oysa İlahi gerçeğin en açık ifadesi olan Kur’an’ı Ke-rim’e göre insanların, cinlerin veya yaratılmış her şeyin şerrinden, cinler veya cinci hocalar gibi yaratıklara değil, bütün bunları yaratan ve alemlerin Rabbi olan Allah’a sığınmak vardır., De ku Sabahın Rabbine sığınırım, Yarattığı şeylerin şerrinden..[xiii][13] Gerek cinlerden, gerekse insanlardan (olan her han-nas’tan Allah’a sığınırım).
İnsanlara Tapanlar
İnsanların, kendileri gibi birer mahluk olan insanlara tapmaları en tuhaf olduğu gibi aynı zamanda en yaygın bir şirk türüdür. Tarihin her döneminde kendisini ilahlaş-tırmaya çaiışan firavunlar ve bu firavunlara kulluk yapan köleler olagelmiştir, Geçmiş dönemlerde bazen devlet başkanı, bazen aşiret reisi olarak karşımıza çıkan bu firavunlar, çağımızda dini, politik veya mali kimliklerle karşımıza çıkmaktadır. Allah’ın hükümlerini hiçe sayan bir din adamı, bir politikacı veya bir patron ile geçmişteki firavunlar arasında herhangi bir fark yoktur. Bunların hepsi az veya çok bir insan kalabalığına tahakküm etmekte, şeytani hükümlerle bu insanları kendilerine kul yapmaktadırlar. Emperyalist menfaatlerini her şeyin üzerinde tutan politik veya mali kimlikteki çağdaş firavunlann küfrü genellikle aşikardır. Bunlar kendüeri azdığı gibi kendilerine uyanlan da azdırıp, saptırmışlardır., Üzerlerine (azap) sözü hak olanlar derler ki; Rabbi-miz, işte bizim azdırıp-saptırdıklarımız bunlar, kendimiz azıp saptığımız gibi onları da azdırıp-saptırdık[xiv][14] Şaşkın ve sapık olan insanların bu azgınlara kulluğu, bu azgınları dost kabul etmeleri ve bunları fayda veya zarar vermeye muktedir görmeleri üzerine gerçekleşmektedir, Bir kısım insanlar bu firavunları severek, bu firavunlara kulluk yaparlarken diğer bir kısım insanlar ise, bu firavunlardan korktukları için bu firavunlara kulluk yapmaktadırlar. Oysa çağdaş firavunlann kendilerine Özgü güçleri yoktur. Onların bulundukları makama değer vererek, onlara kulluk yaparak onları güçlendirenler, kölelerdir. Makamın veya paranın yaptırım gücü, makama veya paraya değer verenler üzerinde müessirdir. Gerçi bütün kölelere sorsanız, kendilerine tahakküm eden makama veya kapitale karşı belirli bir rahatsızlık duymaktadırlar. Belki de kölelerin hepsi, bu makamların veya bu kapital imparatorluklarının yıkılmasından, devrilmesinden yanadırlar. Fakat değer verdikleri bir şeyin yıkılmayacağını bilmezler, bilemezler!. Oysa bir şeye değer vermek demek, onu meşru görmek, onu güçlendirmek demektir. Dolayısıyle makama veya kapitale değer vererek, bunlara devrimci yaklaşmak, bunları devirebilmek mümkün değildir. Ne var ki bu gerçeklerden bihaber olan uluslararası köleler, kendilerine ilahlık taslayan emperyalistlerin ve dünya emperyalizminin farkına vararak bunlan devirmek için mücadele edecekleri yerde, bunlardan bir lokma ekmek alabilmek için mücadele etmektedirler. İnsanın ve insanlığın hakkını unutup, emeğin hakkı için mücadele ettiklerini zanneden bu kimseler, devrimci dava adamı değil, ne yazık ki devrilmiş zavallılardır. Bu zavallıların arasında kendilerini müslüman zanneden kalabalıklar da vardır. Şeytana kulluk yapmaktan içtinap etmeye çalışan bu kimseler, farkında olmadan şeytanın dostlanna kulluk yapmaktadırlar. Oysa ki şeytana kulluk yapmak ile şeytanın dostuna kulluk yapmak arasında herhangi bir fark yoktur. Bu gibi yönelişlerde bulunan insan, her iki durumda da şirke girmektedir. Yukarıda örneğini verdiğimiz politik ve mali kimlikli çağdaş firavunların yanısıra, insanlara ilahlık taslayan dini kisveli kimseler de bulunmaktadır. Bunlar genellikle müslü-maniann arasında yaşamakta, müslüman gözükmekte Ve meseleye vakıf olmayan insanlar tarafından müslüman bilinmektedirler. Bu aldatıcılar, küfürleri aşikar olan firavunlara nazaran çok daha tehlikelidirler. Çünkü bunlar doğrucu bilinen yalancılar, dost gözüken düşmanlardır. Allah adını kullanarak insanları aldatmaktalar ve Allah’a kul olmak isteyen insanları, kendilerine kul yapmaktadırlar. Bu aldatıcılara hacı, hoca, şeyh, üstad, imam, müftü denilse de, bunlar Allah’ın değil, şeytanın dostudurlar. Bunlar Allah’ı değil, kendi menfaatlerini ve kendi nefislerini yüceltenlerdir. Oysa müslümanlar Allah (c.c.)’i tekbir etmekle ve diğer insanlan Allah’a davet etmekle yükümlüdürler. Kendilerini veya başkalarını yüceltenler ve diğer insanlan bunlara davet edenler açık bir sapıklığı yaşamaktadırlar. En seçkin insan Resulullah (s.a.v,) sadece Allah’ı tekbir etmiş ve insanlan kendisine değil, Allah’a davet etmiştir. Yaşadığımız coğrafyada dine karşı saygılı yaklaşan insanlar, din adamı görünümündeki aldatıcılara da saygılı yaklaşmaktadırlar. Nitekim bu aldatıcıları yüce ve emin kişiler olarak görmekte ve onlann Allah adını kullanarak yalan söyleyebileceklerine hiç ihtimal vermemektedirler. Oysa bu aldatıcılar “Besmele” ile söze başlamaktalar ve insanlan kendilerine veya tağuta kulluğa davet ettikten sonra ‘Elhamdülillah’ diyerek sözü bitirmektedirler. İnsanlarımızın bu konularda dikkatli olmaları, her sarıklıyı hoca, her sakallıyı hacı sanmamaları gerekir. Aynı şekilde müslümanlann da, sevdikleri ve itaat ettikleri kimseleri Allah’ın hüküm ve ölçülerine göre değerlendirmeleri ve bu değerlendirmeye göre onlara yaklaşmaları gerekmektedir. Çünkü İlahi hükümleri dikkate almadan hoca ve üstadlarına teslim olan kimseler, ne yazık ki bilginlerini ve rahiplerini Rab kabul eden hıristiyanîann durumuna düşmektedirler.
Ölmüşlere Tapanlar
Yaşadığımız dünyada ölülere karşı belirgin olan iki ayrı yaklaşım vardır. Bu yaklaşımlardan birisi yalan ve iftiralarla mevtayı kötülemek, diğeri ise mevtada olmayan vasıflarla onu yüceltmektir. Nitekim ölülere tapma hadisesi, ölmüş olan salih veya azgın kimselerin, onlarda olmayan vasıflarla yüceltilmesi, çok ulvi makamlara çıkarılması ve onlara bu itikatla yönelinmesi üzerine gerçekleşmektedir. Müşrikler, bu şekilde yücelttikleri bir mevtaya yönelmekte., bu mevtanın görüş ve ilkelerine itaat ederek, bu mevtanın sevgi ve rızasını gözeterek, ihtiyaçlannı bu mevtaya arzedip, bu mevtadan isteyerek.. Allah’tan başkasına kulluk yapmakta ve böylece küfre girmektedirler. Kur’an’ı Kerim’de apaçık şirk olan bu yöneliş zikredilmekte ve bu müşriklerin ne zelil duruma düştüklerini beyan edilmektedir., Allah’tan başka çağırdıkları, hiçbir şeyi yaratamazlar, üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar. Ölüdürler, diri değildirler; ne zaman diriliceklerinin şuuruna da varamazlar.[xv][15] Evet, geçmişteki ve günümüzdeki müşriklerin yöneldikleri, itaat ettikleri, kurban verdikleri ve kulluk ettikleri insanlar ölüdürler!. İnsanları zelil bir duruma getiren bu hadise geçmişte yaşandığı gibi, ne yazık ki günümüzde de yaşanmaktadır. İstanbul’daki Eyyüp Sultan’a uzanan eller, İzmir’deki Susuz Dedeye dökülen sular. Ankara’dakine akıtılan kanlar ve yapılan merasimler bunun açık bir göstergesi değil midir? Yaşanılan zillet öyle boyutlara varmıştır ki, dünya işleri falanca ölüye bırakılırken, ahiret işleri filanca ölülere bırakılmaktadır. Daha açık bir ifadeyle dirilerin idaresi, ölülere tevdi edilmiştir! Tabi ki ölülere yönelen, ölülere kuiluk ve tazimde bulunan bu İnsanlara, “Diri” denilebilirse!..
Putlara (Sembollere) Tapanlar
Geçmiş müşriklerin ağaçtan ve taştan yonttukları putlara taptıkları, onlardan yardım diledikleri, onlann önünde saygıyla durduklan ve bu putlara kurbanlar adadık-ian birçok insanlar tarafından bilinmektedir. Fakat günümüzdeki insanlar bütün bunlan bilmelerine rağmen, bu putperestliğin geçmişte kaldığını savunacaklar “Yaşadımız modem çağda putperestlik yoktur” diyeceklerdir. Keşke öyle olsaydı, putlar ve putperestlik keşke geçmişte kalsaydı!. Fakat ne yazık ki putlar ve putraperest mantığı günümüzde de bulunmaktadır. Hatta ve hatta insanlık tarihindeki putperestlik, günümüzde altın çağını yaşamaktadır!. Geçmiş dönemlerdeki putlar sayılabilecek kadarken, günümüzde artan nüfusa ve ihtiyaca göre sayılamayacak bir çoğunluğa ulaşmıştır. Kalpler, sokaklar ve meydanlar bu putlarla Öylesine doldurulmuştur ki; insanlar putperestlerin hışmına uğramamak için hangi yöne tüküreceklerini şaşırmaktadırlar! . Çünkü herhangi bir puta gelebilecek tükürük, “Efendim, bu heykel aslında bu bir put değil, diyerek söze başlayacak olan putperestlerin galeyana gelmesine neden olacaktır. Yaşadığımız çağda isimleri ve cisimleri değişik olan bu putlar o kadar çoktur, o kadar çoğalmıştır ki, herhangi bir. adresin tarifi bile, bu putlara göre yapılmaktadır., Falanca putun yanındaki sokaktan gir, filanca puta gelesiye kadar biraz sürün. O putun sağında ve solunda iki yol göreceksin. Bu iki yol da aynı meydana çıkmasına rağmen sen yine de muhafazakarsan sağdaki sokaktan, sosyalistsen soldaki sokaktan gir ve meydana kadar sürünmeye devam et. Meydana geldiğinde seni bekleyen ve elinde kazık olan bir putla karşılaşacaksın. İşte aradığın adres, o kazığın gösterdiği yerde!. Eee, büyükler ne demiş., Arayan Mevla’sını da bulur, belasını da!.
Sebeblere Tapanlar
İnsanlann sıkıntıya düşmeleri, bir takım şeylere şiddetle muhtaç olmaları, insanlann sık sık karşılaştıkları ve karşılaşabilecekleri bir durumdur. Bu sıkıntılar veya bu ihtiyaçlar ferdi düzlemde olabileceği gibi toplumsal düzlemde de olabilir. İnsanlann değişik sıkıntılarla karşılaşmalan bir gerçek olduğu gibi, bu sıkıntıların genel olarak değişik vesilelerle, değişik sebeblerle giderileceği veya giderildiği de bir gerçektir. İşte böylesi durumlarda sıkıntıyı giderecek sebeblere kulluk adabıyla yönelmek, sıkıntıyı gideren sebebleri sınır tanımadan yüceltmek; bütün bu sesebleri yaratan Allah’a, sebeblerle eş koşmaktır. Sebebleri ilahlaştırmaya meyyal olan bu şirk yönelişi, oldukça yaygın olan bir yöneliştir. Nitekim Kur’an’ı Ke-rim’in birçok yerinde zikredildiğine göre, sıkıntıya düşen insanların Allah’a yalvardıkları ve sıkıntıları giderilince Allah’a eş Koştukları beyan edilmektedir., Nimet olarak size ulaşan ne varsa Allah’tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda ancak O’na yalvarmaktasınız. Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup Rabkrine şirk kaşarlar; Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek için. öyleyse yararlanın, ilerde bileceksiniz.[xvi][16] Geçmiş tarihte yaşanan bu gibi olaylar, günümüzde de sık sık yaşanmaktadır. Sıkıntıya düşen insanların duası Allah’a, sıkıntı kalktıktan sonra hamd ve şükürleri ise sıkıntılarının kalkmasına vesile olan sebebedir. Halbuki o sebeb ile sıkıntıyı kaldıran Allah (c.c.)’dır. Sebebi yaratan da, o sebeble yardım eden de şanı yüce olan Rabbimizdir. Allah’ın yardıma mazhar olmalarına rağmen sebebleri yücelterek hamd ve şükürlerini bu sebeblere yönelten kişiler, Allah’a nankörlük ederek şirk koşan müşrikler durumuna düşmektedirler. Yaşadığım bir olay, benim bu durumu daha müşahhas görmeme vesile olmuştur. Bundan bir süre önce odamda çalışırken, bahçedeki köpeğin boş çanak sesini duydum. Boş çanak sesi bana köpeğin susuz olduğu mesajını verdiğinden, bahçeye çıkarak gerçekten boş olan su kabını doldurdum. Suya saldıran köpek hem su içiyor ve hem de bana bakarak kuyruk sallıyordu!. Bana içtenlikle kuyruk sallayan köpeğe sorsanız, onun susuzluğunu gideren kurtancı herhalde bendim. Halbuki olayın gerçek düzleminde, onun susuzluğunu gideren değil, o köpeği susuz bırakan bendim!, Ayrıca çalışmamı sürdürürken karşımdaki insanın konuşmasını dahi anlayamayan ben, nasıl olmuştu da .boş çanak sesinden köpeğin susuz kaldığını anlamıştım? Açık bir gerçektir ki, boş çanak sesinden köpeğin susuz kaldığını anlayan ben olsam dahi, bana bu mesajı veren köpek değildi. Gerçekten merhametli oîan Rabbim, yarattığı köpeğe merhamet etmiş ve beni uyararak, benim vesilemle onun susuzluğunu gidermişti. Yaşadığım olayı sebeblerin ve vesilelerin üzerinde kavradıktan sonra, köpeğin bana kuyruk sallamasını nasıl görüyorsam, ne yazık ki birçok insanın durumunu da aynı görüyordum. Sebebleri yüceiten bu kimselerin durumu da, ön ayaklan üzerine çökerek bana kuyruk sallayan köpeğin durumundan pek farklı değildi. Bahçemdeki köpek, bana nasıl bir içtenlikle kuyruk sallıyorsa, firavunların bahçesindeki veya ülkesindeki köleler de, aynı içtenlikle firavunlara kuyruk sallıyorlardı!. Sebebleri yaratan Allah’a, seseblerle eş koşma, sebeblere tapınma, geçmişte ve günümüzde yaşanan yaygın bir hastalıktır. Nitekim yakın tarihte yaşanan bazı olaylar da, bu sapık yaklaşıma örnekler niteliğindedir. Mesela düşman istilasına uğrayan herhangi bir ülkedeki insanlar, yardım etmesi için Allah’a dua ediyorlar ve Allah’ın yardımıyla üstün geldikleri zaman Allah’ı değil komutanlarını yüceltip, komutanlarına şükrediyorlarsa, bu ülkedeki insanlar açık bir sapıklığa girmektedirler. Bu insanlar Allah’ın yardımına vesile olan herhangi bir sebebi ilahlaştırmaya çalışarak, kurtuluşlarına vesile olan sebebi, helaklarına vesile olacak bir sebeb durumuna getirmektedirler. Netice olarak, sebebleri sınır tanımadan yüceltmek, sebeblere tapınmanın sebebi olmaktadır!. Şimdiye kadar kısaca belirttiğimiz bu yönelişler, bir insanı müşrik durumuna getiren yönelişlerdir. Bu yönelişlerin ne derece yaygın olduğu İse, yaratıcı olarak Allah’ın varlığına inanan birçok insanın içine düşdüğü durumda belirginleşmektedir. Yaşadığımız toplumda Allah’a inanıp, ta-guta kulluk yapan kitleler bulunmaktadır. Kendilerini genellikle müslüman zanneden bu kimseler Allah’tan korktuklarını ifade etmelerine rağmen, bu kimselerin yaşantılarını etkileyen baskın korku, tağut korkusudur. Tağutu gazaplandırmamak için tağuta itaat ederlerken, Allah’ı gazaplandırmamak için Allah’a dua ederler. Gençliklerinin en güzel ve en verimli yıllarını tağut yolunda geçirirlerken, yaşlılıklarının son günlerini Allah’ın yolunda geçirmeye çalışırlar. Açık şirk içinde bulunan bu insanlarla konuşur ve bu insanları tanımaya çalışırsanız, bu insanların genellikle müstekbirler ve bel’amlar tarafından aldatıldıklarını görürsünüz. Aldatılan bu insanlar bilinçsiz olmasına rağmen, bu insanları aldatanlar oldukça bilinçlidirler. Aldattıkian insanların, aldattıkları kitlelerin uyanmaması için gereken Özeni gösterirler. Kendilerini genellikle ortanın sağı veya ortanın solu olarak tanımlayan dünya müstekbirlerinin, “Orta” derken kastettikleri merkez, şeytandır. Bunlar şeytanın sağında ve şeytanın solunda yer alan, aynı namussuzlardır. Şeytanın hangi yanında yer alırlarsa alsınlar, şeytanın dostu ve birbirleriyle yandaş olan aynı müstekbirlerdir. İşte Allah’ın hükümlerine rağmen hüküm koyan bu dünya müstekbirleri, halkında müslüman olan ülkelerde, halkın din adına açıkça tepki göstereceği bir kanun koymazlar. Mesela namazı yasaklayan bir kanun çıkarmadıkları gibi, “Bundan böyle namaz kılınırken Kabe’ye değil de, falancanın anıtına yöneünecek” şeklinde bir kanun da çıkarmazlar. Şeytanın sağındaki bütün pislikleri muhafaza eden, muhafazakar müstekbirlere bunun nedenini sorduğunuz da., Efendim siz ne dediğinizin farkında mısınız? Namazın Kabe’ye doğru kılınacağı, kıblenin Kabe olduğu Allah’ın hükmüdür. Allah’ın bu hükmünü değiştirmeye kalkışmak, bu hükme rağmen .hüküm koymak bizim ne haddimize!, derler. Şayet Allah’ın hükümlerini yeterince bilen ve haksızlığa tahammülü olmayan bir insansanız, bu cevap siz deli etmeye yetecektir. Susmanız ve susturulmanız mümkün olmadığı için, muhafazakar politikacıya gereken cevabı hemen vereceksiniz., Bana bak muhafazakar! Senin karşında ninnilerle uyuttuğun, kazıklarla büyüttüğün vatandaş yok. Gözümün içine baka baka “Allah’ın bu hükmünü değiştirmeye kalkışmak, bu hükme rağmen hüküm koymak bizim ne haddimize” diyorsun. Peki ya İslam’ın diğer hükümleri, diğer hükümlerini değiştirmeye çalışmak, diğer hükümlere rağmen hüküm koymak haddiniz mi? Allah’ın toplumsal adalet için koyduğu İslam’ın birçok hükmünü değiştiren, bu hükümlere rağmen hüküm koyan namussuzlar siz değil misiniz? Şayet karşınızda seçilmiş bir muhafazakar varsa, sözünüze daha fazla devam edebilmeniz mümkün olmayacaktır. Dokunulmaz kişilere dokundurduğunuzdan “Buyrun içeri” diyeceklerdir!. Çünkü karşınızdaki aldatıcılar, halk kitlelerinin nasıl aldatılması gerektiğini bilen uyanık aldatıcılardır. Uyuyan ve uyutulan kitlelerin, uyanık vekilleridir!.
Tevhid Gerçeği
Tevhid, birleme veya bir olduğuna inanma anlamına gelir. “İslam’a göre tevhid nedir?” sorusunun en kısa cevabı; Alemlerin Rabbi olan Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde birlemek, O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamaktır. Bu cevabı biraz daha genişletecek olursak, tevhidi şöyle tanımlayabiliriz., Tevhid, alemleri yaratan Allah (c.c.)’ı zatında, sıfatlarında, fiillerinde birliyerek O’na inanan müslümanlann, yaşadıktan sürece ilgilerini ve dikkatlerini Allah’a yöneltmeleri, Allah’a teslim olmaları, hiçbir yaratığı, hiçbir konuda mutlak muktedir görmeyerek, karşılaştıklan her iş ve her durumda mutlak muktedirin Allah (c.c.) olduğunu idrak etmeleri, Allah’ın gösterdiği yolda, Allah’ın emrettiği kişilikle sadece Allah’a kulluk etmeleridir. Nitekim kendilerine muvahhid denilen müslümanlar, tevhid gerçeğine bu bilinçle yönelen ve bu bilince göre yaşayan müslümanlardır. Allah’ı birlemenin zıddı, Allah’a eş koşmak veya ortak tanımaktır. Halk arasında Allah’a eş koşmak veya ortak tanımak vakıası, genel olarak Allah’ı ikilemek gibi anlaşıldığından; Allah’ın bir olduğuna inanan, “Sadece bir Allah vardır” diyen herkes, kendisini Allah’ı birleyen muvahhid olarak görmektedir. Oysa bir muvahhid olarak Allah’ı birlemek, yukanda da belirttiğimiz gibi Allah’ı zatında, sıfatlannda ve fiillerinde birlemektir. ‘”Alİah birdir veya sadece tek bir Allah vardır” demelerine rağmen, Allah’a zatında, sıfatlarında veya fiillerinde eş ve ortak tanıyan kimseler muvahhid değil, müşriktirler. Çünkü muvahhid bir müslüman, Allah’ın bir olduğuna inandığı gibi, Allah ile beraber başka bir Yaratıcı, Allah ile beraber başka bir hakim, Allah ile beraber başka bir hüküm koyucu olmadığına da inanır. Yaşanılan coğrafyada mutlak hakimiyeti kendilerinde gören müstekbirler, Allah’a karşı azan ve azgınlığa davet eden tağutlar, Allah’ın hükümlerine rağmen hüküm koyan kişiler veya kuruluşlar varsa; muvahhid bir müslüman, Allah’ı birlemenin ve tevhidin bir gereği olarak bütün bunlan da inkar eder. Çünkü tevhid gerçeğinin hakkı tasdik edip, bütün batılları reddetmek anlamına geldiğini ‘ bilir. Tevhid gerçeği, birkaç konudan ibaret olan, kapsamı ve kuşatıcılığı sınırlı bir gerçek değildir, Tevhid gerçeği alemşümul bir gerçek olmasına rağmen, bu gerçeğin birkaç konuya hapsedilmesi ve tarih boyunca farklı şekillerde anlaşılması, şeytani müdahalelerin bir neticesidir. Nitekim aynı şeytani müdahalelerin neticesi olan tahrifatlar diğer İslami kavramlarda da yaşanmış ve hala yaşanmaktadır. Şanı yüce Rabbimiz Kuranı Kerim’de inkardan ve sapıklıktan bahsetmektedir. İnkar, herhangi bir gerçeği, herhangi bir kavramı, mana ve lafzı ile birlikte reddetmektir. Sapıklığın kökeninde ise lafza sahip çıkıp, lafzın içerdiği manayı inkar etmek veya değiştirmek vardır. Nitekim sapıklığa düşen birçok fırka veya grup, İslam’dan ve müs-lümanlıktan vazgeçmek istememişler, İslam, müslümanlık ve tevhid gibi kavramlardan feragat etmemişlerdir. Ancak, sahiplendikleri kavramın manası İle nefislerini ve nefislerinde olanı değiştirmeleri gerekirken, nefsani istekleri ile kavramın anlamını değiştirmişlerdir, Mevcut sapmalar ve sapıklıklar karşısında yegane ölçü, hiç şüphesiz ki Kur’an’ı Kerim’dir. Bizleri tevhide davet eden Rabbimiz, bizleri bu önemli konuda muhayyer bırakmamıştır ki; herkes kendi yaklaşımına göre tevhidi tanımlayıp, herkes kendi anlayışına göre tevhidi yaşasın!. Tevhidi prensipler, Kur’an’ı Kerim’in muhtelif yerlerinde beyan edilmekte ve Resulullah (s.a.v.)’in sünnetinde örneklendirilmektedir. Nitekim tevhid gerçeğini Kur’an ve sünnetten öğrenen müslümanlann akidesinde önemli hiçbir fark yoktur. Bu müslümanlar arasında bazı farklar varsa, bu farklar tevhidi akidenin özünde ve çizgisinde değil, tevhid gerçeğini idrak etme derecesindedir. Mesela biz müslümanlara namazda Kabe’ye yönelmemiz emredilmektedir. Kabe’yi hiç görmemesine rağmen Kabe’ye yönelen müslüman ile, Kabe’nin karşısında namaz kılan müslüman yöneliş ve istikametinde herhangi bir fark yoktur. Her ikisi de İlahi emre boyun eğmekte, her ikisi de Kabe’ye yönelmektedir. Bu durumdaki fark, istikamette veya yönelişte değil, bulunulan konumdadır. Kabe’nin karşısında namaz kılan müslüman, Kabe gerçeğini belki daha yakından idrak edebilmektedir. İşte tevhid gerçeği de, namazda Kabe’ye yönelindiği gibi, bütün bir yaşamda ilgi ve dikkati Allah’a yöneltme, Allah’a teslim olma vakıa-sidir. Muvahhid müsiümanların bu yönelişleri ve istikametleri arasında herhangi bir fark yoktur. Bu muvahhidler arasındaki muhtemel fark, yöneldikleri Allah’a yakınlık derecesindedir. Bazı kardeşlerimiz “Allah (c.c) insana şah damanndan daha yakındır” ayet-i kerimesini zikrederek, “Muvahhid müsiümanların Allah’a yakınlığında nasıl bir fark olabilir?” sorusunu sorabileceklerdir. Ayet-i kerimede beyan edilen yakınlık, Allah (c.c.)’ın insanlara olan yakınlığıdır. Bizim farklı olarak nitelendirdiğimiz yakınlık ise Allah’ın insanlara değil, insanlann Allah’a olan yakınlığıdır. Allah (c.c.) bizlere şah damarımıdan daha yakın olmasına rağmen, bizler de O’na yakın olabiliyor muyuz? Allah (c.c.)’ın bizlere olan yakınlığını bilerek, idrak ederek, bu yakınlığı hissedebiliyor, bu yakınlığı yaşayabiliyor muyuz? Bu idraki ve bu yakınlığı hiç şüphesiz ki ‘Fenafülah’, yani Allah’ın zatı ve sıfatlan karşısında yokolmak şeklinde tanımlayamayız. Çünkü bu hadise, Allah’ın zatı ve sıfatlan karşısında yokoimak değil, Allah’ın zatı ve sıfatlan karşısında kulluk bilinciyle varolmak hadisesidir. Bu yakınlığa ve bu bilince ulaşan kardeşlerimiz, “Allah vardır” diyerek Allah’ın varlığını idrak ve ikrar ettikleri gibi; kendilerinin de Allah’ın zatı ve sıfatlan karşısında bir kul olarak varoldukla-nnı idrak ederek, bu idrakin sorumluluğunu yaşamaktadırlar. Nitekim benim bir şahıs olarak İslam’a teslim olmama önemli bir neden, kendi varlığımdır. Çünkü belli bir zamana kadar sadece Allah’ın varlığına inanan ve “Allah vardır” diyen ben, Allah’ın karşısında bir kul olarak varolmam gerektiğinin bilincinde değildim. Aiiah’i var kabul ederken, kendimi bir kul olarak adeta yok kabul ediyordum. İşte kendi varlığımı sorgulamam ve bu gerçeği farketmem, hidayet eden Rabbime hamdoisun ki kendime gelmeme ve O’nun karşısında bir kul olarak varolmama neden oldu. Netice olarak gıpta ettiğimiz hal ve makam, Allah’ın zatı ve sıfatlan karşısında yokolma safsatası değil, Allah’ın zatı ve sıfatlan karşısında muvahhid bir kul olarak varolmanın izzetli ye şerefli bilincine ulaşmaktır. Ne yazık ki bazı şaşkınlar “Gerçekte varolan sadece Allah’tır. Allah’ın karşısında ‘Ben, ben’ diyerek varlık iddia etmek, Allah’a eş koşmaktır” diyorlar!. Oysa vahdet-i vü-cutçulann yaptığı gibi yaratılmış mahlukları Yaratıcıyla cem etmeye, bütünleştirmeye kalkışmak, mahlukatı Allah’a eş koşmaktır. Çünkü bu cemetme veya bütünleştirme yönelişinde, mahlukata İlahilik nisbet etmek, Yaratıcı’nın sı-fatlannı, yaratılmışlara vermek vardır. Halbuki Allah’ın karşısında kulluk bilinciyle “Ben” demek, Allah’a eş koşmak değil; Yaratıcıyı, yaratılmış olan kendi nefsimizden münezzeh tutmak, Allah’ın karşısında bir kul olarak varolduğumuzu idrak ve ikrar etmektir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de birçok peygamber, bu bilinçle “Ben” ifadesini kullanmıştır. Şayet herhangi bir insan kendi nefsine bazı İlahi vasıflan nisbet ediyorsa, bu insan kendisini ister Allah’tan ayn, ister Allah ile bütün kabul etsin, her iki durumda da müşriktir. Çünkü tevhid gerçeği, yaratılmışlara İlahi sıfatlan nisbet’ etmemek olduğu gibi, aynı zamanda Yaratıcıya da beşeri sıfatlan nisbet etmemektir.
Bir Dünya Görüşü Olarak Tevhid
Tevhid gerçeği, bütün bir hayata, bütün bir kainata özgün bir bakış, çelişkisiz bir yorumlama biçimidir. Alemşümul olan tevhid gerçeği, hiç şüphesiz ki müslümanlann dünya görüşünü de belirleyen bir gerçektir. Müslümanlann dünya hakkındaki sosyal, siyasi, ekonomik ve iktisadi görüşleri, aynı tevhid gerçeğinden kaynaklanan görüşlerdir. Tevhidin idrakine varan muvahhid bir müslüman, falanca meseleye böyle, filanca meseleye şöyle bakmaz. Tevhidi bir bakış, bütün bir kainata aynı özden, aynı gerçeklikten bakmaktır. Beşeri dünya görüşlerinde ise kapsamlı bir birlik, çelişkisiz bir bütünlük kesinlikle yoktur. Genellikle belli sınıfla-nn veya belli zümrelerin istek ve eğilimlerine göre şekil alan, emperyalistlerin menfaatlerine göre tanımlanan beşeri dünya görüşleri, kendi içlerinde dahi çelişen görüşlerdir. Nitekim bu gibi dünya görüşlerinin sık sık tadilattan veya restoreden geçirilmesi fakat yine de belli bir müddet sonra iflas etmesi, dünya ve insan realitesiyle ne derece uyumlu (!) olduğunu göstermektedir. İdeolojik düzlemdeki bu çelişkiler, bilimsel düzlemde de pek farklı değildir. Mesela izafiye teorisine göre günümüzdeki gerçekler görece olup, kişilere veya Ölçüde ve tanımlamada merkez kabul edilen şeylere göre değişmektedir. Tabi ki kişilere veya odaklara göre değişebilen bu gerçekler, beşeri gerçekler olup, bu gerçeklerde birlik ve mutlakhk yoktur. Tevhidi gerçeklikte ise böylesi ikilemler, böylesi çelişkiler söz konusu değildir. Herhangi bir şeyin gerçekliği bize, size veya onlara göre değişebilir. Ne var ki biz yaratılmışların gözlemine ve tanımlamasına göre değişebilen görece gerçekler, herşeyi hakkiyle bilen Yaratıcının tanımlamasında ‘mutlak gerçek’ vasfını almaktadır. Mesela zaman mefhumu, insanlara göre izafi olan bir mefhumdur. İnsanların buîundukîan mekana ve hareket hızlarına göre değişebileceği ileri sürülür. Bize göre izafi veya görece olan ve niceliği değişebilen zaman mefhumu, Rabbirnizin tanımlamasında nicesel bir mutlakiık kazanmaktadır., Onlar senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, va’dine kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.[xvii][17] İşte Rabbimizin beyan ettiği bu gerçek, mutlak bir gerçektir. Bu gerçeğe veya bu tanıma “Görecedir ve değişebilir” diyemeyiz. Çünkü bu tanım, zamanı yaratan Allah’ın, zamanı tanımlamasıdır. Netice olarak İlahi olan bütün meselelere, mutlak olan İlahi gerçeklikle bakılması gerekir. Mesela Kur’an’ı Kerim’de hesap günü denilirken, tek bir günden bahsedilmektedir. Bu hesap gününü, bize göre yirmidört saat olan bir gün gibi zannedersek, bu zan İlahi gerçeğe uygun olmaz. Çünkü zaman konusundaki mutlak gerçek, insanlar için görece olan tanımlamalar değil, Rabbimizin tanımladığı gerçektir. Nitekim hesap gününde, bütün insanlar tarafından bu mutlak gerçek kabul ve tasdik edilecektir., Gündüzün bir saatinden başka hiç Ömür sürmemişler gibi onlan bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar.[xviii][18] Kıyamet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkarlar, tek bir saatin dışında (dünya hayatı) yaşamadıklarına and içerler.[xix][19] Bu konudaki ayet-i kerimelere dikkat edilirse, dünya yaşantısının süresiyle ilgili olarak verilen bütün cevaplarda kişilere göre değişebilen bir görecelik değil, genel bir ortaklık vardır., “Bir saat veya bir saatten daha az.” Dünyada sadece bir saat veya bir saatten daha az yaşadıklarını yemin ederek söyleyen bu insanlar, zaman konusundaki mutlak gerçeği kavrayan ve bu mutlak gerçeğe göre cevap veren insanlardır. Tabi ki onlar dünya yaşantısıyla ilgili bu zaman gerçeğini hesap gününde anlamalanna rağmen, muvahhid bir müslüman bu gerçeği dünyada kavrayan ve gerçek zamana göre bir saatlik gördüğü dünya yaşantısına bu bilinçle yaklaşan bir insandır. Elbetteki sadece bu meselede değil, diğer bütün meselelerde de muvahhid bir müslümanın yönelişi böyledir. Alemleri yaratan Allah(c.c.)’ın bildirdiği bütün gerçekleri, mutlak gerçekler kabul eden muvahhid bir müslüman, kainata ve bütün yaratılmışlara çelişkisiz olan bu gerçeklikten bakar. İlahi gerçeklere beşeri yama yapmaktan sakındığı gibi, İlahi olan bütün değerlere beşeri tanımlamalar getirmekten de sakınır. Muvahhid bir müslüman, alemşümul bir merkezden, alemlere bakan ve bütün gördüklerini, İlahi ve mutlak olan gerçeklere göre tanımlayan, bu gerçeklere göre yorumlayan bir müslümandır. Çünkü tevhidin gereği budur. Tevhid, yegane yaratıcı olan Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde birlemek, yaratılmışlara ise bütün bunlan yaratan Yaratıcının mutlak değerleriyle bakmaktır. Bu aydınlık bakış hem ferdi düzlemde ve hem de toplumsal düzlemde geçerlidir. Netice olarak tevhidi dünya görüşü demek, dünyayı ve dünyanın içindekileri, bütün bunlan yaratan Allah (c.c.)’ın beyan ettiği gerçekler istikametinde bakmak, bu gerçeklere göre tanımlamak demektir.
Tevhidi Davet
“Türkiye’de din adına davet yapılıyor mu?” desek, bu soru birçoklarımızın tuhafına gidecektir. Çünkü yaşadığımız coğrafyada din adına birbiriyle çelişen birçok davetlerde bulunulmaktadır. Zaten halk kitlelerinin din gerçeğine karşı çelişkili anlayışlara sürüklenmesi, din adına yapılan bu davetlerden kaynaklanmaktadır. Bu çelişkiler nasıl giderilecek, davette tevhid veya bütünlük nasıl sağlanacaktır? Tevhidi davet metoduyla ilgili olan bu sorulara, şimdilik iki başlıkta ve kısaca açıklık getirmeye çalışacağız.,
Tevhidi Davette Açıldık Ve Anlaşılabilirlik
Yaşadığımız toplumda İslami davet metoduyla ilgili olarak imani meseleler üzerinde duran ve “Topluma Allah ‘in varlığını anlatmalıyız” diyen kimseler bulunmaktadır. Samimi olduklarına hüsnüzan ettiğimiz bu kimseler, tabiat olaylan ve yaratılışla ilgili meseleler üzerinde durarak “İlla Allah (Allah vardır)” tebliğini değişik boyutlardan yapmaya çalışmaktadırlar. Oysa ki bu gibi meseleler tevhidi teğlibin sadece bir cüzünü, bir bölümünü teşkil etmektedir. Bu bölüm, tevhidi tebliğden ayrı olmadığı gibi, tevhidi tebliğ sadece bu bölümden de ibaret değildir. Nitekim herhangi bir insan yaratılışla ilgili bazı olay-lan görerek ve tefekkür ederek; “Allah vardır” dese, sadece bu ikrar ve bu inanç o insanı müslüman yapmaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi müşrikler de yaratıcı olarak Allah’a inanmaktalar ve; ‘Allah vardır” demektedirler. Müşrik, Allah’a inanmasına rağmen Aliah’a eş koşan insandır.’ Allah’a eş koşan bu insanın Allah’ın varlığına.olan imanı ister taklidi iman, ister tahkiki iman olsun bu insan müşriktir ve İslam dairesinde değildir. Böyle bir insana “İlla Allah” tebliğinin değişik boyutlardan yapılması, o insanı İslam dairesine dahil etmeyecektir. Tağutu ve tağuti görüşleri inkar ettirmeden, insanları Allah’ın varlığına iman ettirmeye çalışan ve bununla yetinen kimseler, açık bir şaşkınlık içindedirler. Böylesi davetlerle karşılaşan ve bu davetleri kabul eden kimseler, ne yazık ki “Allah’a inanıp, tağuta kulluk yapan” kimselerdir. Nitekim tağuti sistemlerin böylesi davetlerden herhangi bir rahatsızlık duymamaları, hatta bu gibi davetleri ve davetçi-leri desteklemeleri bu nedenledir. Çünkü bu gibi davetlerde sadece Allah’ın varlığı anlatılmakta, insanları sömüren firavuniann sahte Hanlığına dil uzatılmamaktadır. Zaten tağutlann ve müşriklerin istediği de bu değil midir? Mekke müşriklerinin, Resulullah (s.a.v.)’e; “Senden sadece bizim ilahlanmıza dil uzatmamanı istiyoruz” şeklinde bir uzlaşma teklifi götürmelerinin nedeni, aynı şeytani beklenti değil midir? Resulullah (s.a.v.) tarafından reddedilen bu teklif, acaba sözü edilen çalışmalara yön veren ve kendilerine alim denilen bazı kimseler, bazı şaşkınla!, bazı sapıklar tarafından kabul mü edilmiştir? Oysa Kur’an’ı Kerim’de peygamberlerin neden gönderildiği zikredilerek, peygamber varisi olan alimlere, takip edecekleri yol açıkça beyan edilmektedir., Andobun, biz her ümmete; Allah’a kulluk edin ve tağuta (Allah’tan başka her şeye) kulluktan kaçının (demesi için) bir peygamber gönderdik[xx][20] Nitekim kelime-i tevhid “La İlahe” ile başlamakta, tağutu red ve inkar ederek temizlenen kalbe “İlla Allah” gerçeği sunulmaktadır. Tevhidi tebliğ, bu esaslardan kaynaklanan ve bu esaslara göre şekillenen tebliğdir. Tevhidi tebliğin gündeme gelmediği toplumlarda kimlerin müslüman, kimlerin kafir oldukları kesinlik kazanmış değildir. Çünkü müslü-manlık veya kafirlik gibi sıfatlar, hak tebliğe muhatap olan insanların, bu tebliğe karşı gösterdikleri ve gösterecekleri tavrın bir neticesi olarak o insanlara verilmektedir. Müslüman, karşılaştığı hak tebliği kabul eden ve bu hakka teslim olan insandır. Kafir ise, hak tebliğle karşılaşmasına rağmen bu hakkı örten, bu hakkı gizleyen ve bu hakkı inkar eden insandır. Tevil ve tahrif edilmiş gayri İsla-mi tebliğle karşılaşan insanlar, bu tebliği kabul etmekle İslam’a göre müslüman olmayacakları gibi, bu tebliği reddetmekle de İslam’a göre kafir olmazlar. Her iki durumda da gayrimüslimdirler. Kafir kabul edilip tekfir edilmeleri veya müslüman kabul edilip cennetle müjdelenmeleri caiz değildir. Bizlerden istenilen ve bizlere emredilen yükümlülük, bu insanları tevhidi tebiiğ ile yüzyüze getirmemizdir. Politika veya din adına hergün değişik şeytani tebliğlere muhatap olan insanlar, tevhid gerçeğine, tevhidi tebliğe muhtaç olan insanlardır. Bu tebliğin açık, apaçık yapılması gerekmektedir. Henüz alfabeyi bilmeyen insanlara B harfini anlatmak için, “A harfinden sonradır, C harfinden öncedir..” gibi dolaylı yollara başvurmak, bu insanlar için kesinlikle yeterli olmayacaktır. Tevhidi gerçeklerin hem kavram ve hem de pratik düzlemde müşahhaslaşması gerekmektedir. Mesela “İlah” kavramını ve yaşadığı toplumda kendisine hangi mercilerin ilahhk tasladığını bilmeyen bir insan, kelime-i tevhidin gereği olarak neleri tasdik edip, neleri reddedeceğini nasıl bilecektir? Bunlar açıklanmadan tevhidi bir davette açıklık ve anlaşılabilirlik nasıl sağlanacaktır? Oysa İslam, kelime-i tevhid, kelime-i şahadet ile başlamaktadır.. Günümüz insanlarına bu gerçeklerin açık, apaçık bir şekilde anlatılması gerekmektedir.
İslam’ın İlk Şartı Olarak Kelime-İ Tevhid
Herhangi bir insanın İslam dinine girmesi için kelime-i şahadet esas alınmıştır. Bir insanın müslüman olması için “La ilahe İlla Allah Muhammedun Resulullah” buyruğunu anlamıyla beraber, anlamıyla beraber, anlamıyla beraber tasdik ve ikrar etmesi gerekmektedir. Anlamıyla beraber ifadesini tekrar etmemin nedeni, bu anlamın birçok yerde, birçok tebliğde gözardı edime sindendir. Halkında müslüman olan birçok ülkede kelime-i şahadet, ifadesi malum, manası meçhul durumdadır. Her gün yüzlerce kez kelime-i şahadet getiren binlerce insan dahi, bu ifadenin yüce anlamından ne yazık ki uzaktırlar. “Allah’tan başka İlah yoktur ancak Allah vardır ve Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Resulüdür” ifadesi ne demektir? Bu ifadeyi tasdik eden kimseler, neyi tasdik etmektedirler? Kelime-i şahadette “La ilahe” yani “(Allah’tan başka) İlah yoktur” ifadesine neden gerek duyulmuştur? Neden sadece; “Allah vardır ve Muhammed(s.a.v.) Alİah ‘in Resulüdür” denilmemiştir?. Allah’tan başka İlah var mıdır ki, şanı yüce Rabbimiz Allah (c.c.) bizleri “La ilahe” (Allah’tan başka İlah.yoktur) buyruğuna davet etmektedir? Allah’tan başka İlah olmadığına, Allah’tan başka İlah olamayacağına göre “La ilahe buyruğunu tasdik ve ikrar etmemiz neden emredilmiştir?. İşte bu sorulann cevabını aramamız, bizleri kelime-i şahadetin yüce anlamına götürecektir. Bütün kainatta, bütün alemlerde Allah’tan başka İlah yoktur gerçeğine rağmen, yaşadığımız dünyada tahakküm ettikleri insanlara ilahhk taslayan, kendilerini ilahlaştırmaya çalışan firavunlar bulunmaktadır. Nitekim kelime-i şahadetteki “La ilahe” buyruğu ile gerçekten İlah olanlar değil, kendilerini ilahlaştırmaya çalışan bu müstekr-Tİer, bu tağutlar inkar edilecektir. Peki, bir mahluğun ilahlaşmaya çalışması veya insanlara ilahhk taslaması ne demektir? Milyonlarca insanın kabul ve tasdik ettiği gibi herşeyi Allah (c.c.) yaratmıştır. İnsanları yaratan Allah (c.c), insanları dünya yaşantısında kendi zatından habersiz bırakmamış ve bu insanlara peygamberler göndererek nasıİ ve ne şekilde yaşamaları gerektiğini kendilerine bildirmiştir. Bildirilen bu hükümlerle insanlara bir yol, bir dünya görüşü, bir yaşam biçimi ve en özlü ifadesiyle bir din sunulmaktadır. Allah’ın razı olacağı dini, yani İslam’ı yaşayan toplumlarda, Allah’ın hükümleri karşısında herkes eşittir. Bu hükümlerden muaf tutulan ayrıcalıklı veya dokunulmaz bir sınıf yoktur. Peki bu durumdan herkes memnun mudur? Elbetteki değildir!. İnsanları ezmek ve sömürmek isteyen müstekbirier bu durumdan hiç memnun değillerdir. Çünkü İlahi hükümlere göre insanlan ezmeleri, insanları sömürmeleri mümkün değildir. Bu durumda yapacakları iş, kendi çıkar ve menfaatlerine dokunan İlahi hükümleri tevü ve tahrif etmek ve yaşam şeklini belirleyen yeni hükümler koymak, yeni kanunlar çıkarmaktır. Allah’ın hükümlerine rağmen yaşam şeklini belirleyen yeni hükümler koymak, yeni kanunlar çıkarmak ne demektir? Allah (c.c.) böyle bir yetkiyi kime vermiştir? Okuduğu Kur’an’ı Kerim’i anlamaya çalışan herkesin bildiği gibi, Allah (c.c) böyle bir yetkiyi peygamberlerine dahi vermemiştir. Çünkü insanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklanna dair mutlak hükümler vazetme yetkisi sadece ve sadece Allah (c.c.)’a,,aittlr. Hiçbir insana verilmeyen bu yetki, hiçbir insana tanınmayan bu hak, sadece ve sadece Allah’ın hakkıdır. Daha açık bir ifadeyle böyle bir yetki veya böyle bir hak, İlah olmakla ilgili bir hak olup, yegane İlah olan Alİah (c.c.)’ın hakkıdır. İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşayacakîanna dair hüküm vazetme meselesi, İlah olmakla ilgili bir mesele ise, bilerek veya bilmeyerek insanları aldatan din adamlarına ve aldatılan bütün şaşkınlara soruyoruz., İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşamalan gerektiğini beyan eden Allah’ın hükümlerine rağmen, kendi çıkar ve menfaatlerine uygun şeytani hükümler vazeden, Allah’ın helal dediğine haram, haram dediğine helal diyen bu firavunlar kimdir? İnsanların nasıl ve ne şekil yaşayacakîanna dair hüküm vazetme meselesi, İlah’hkla iigili bir mesele olduğuna göre bunlar İlah mıdır? Bağırsaklarında pislik taşıyan bu mahluklar, elbetteki İlah değildir. Ne var ki İlah olmayan bu firavunlar, İlah’hkla ilgili meselelerde hüküm vazederek ilahlaşmaya çalışmaktalar ve tahakküm ettikleri insanlara ilahlık taslamaktadırlar. İşte ilahlaşmaya çalışmak veya insanlara İlahlık taslamak budur. Bu anlaşıldığı zaman, “La ilahe (Alİah ’tan başka İlah yoktur)” hükmünün vazedilme nedeni ve hikmeti daha iyi anlaşılacaktır. Bizleri bu hükme davet eden Rabbimiz, bizlere bu hükmün gerektirdiği tavrı emretmektedir. Bu hükmün gereği ise ilahlaşmaya çalışan, insanlara ilahlık taslayan firavunların red ve inkar edilmesidir. Kelime-i şahadette yer alan “La ilahe” buyruğu bunu gerektirmektedir. Herhangi bir ihsanın İslam dinine girebilmesi için; kendisine ilahlık taslayan bütün firavunları, ilahlaştmlmaya çalışan bütün putları.. “La ilahe” buyruğu ile inkar etmesi, bu inkardan sonra “İlla Allah” diyerek alemlerin yegane yaratıcısı olan Allah (c.c.)’a yönelmesi ve ‘Muhammedun Resulullah’ buyruğu ile Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’i Resulullah olarak, bir önder ve bir örnek olarak kabul ettiğini ikrar etmesi gerekmektedir. Kelime-i şahadetin manasını bilmeden, bunun gerektirdiği tavm idrak etmeden, bu kelimeyi telaffuz eden herkesi müslüman kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü günümüzde yaşayan birçok firavun bile kelime-i şahadeti telaffuz etmekte ve müslüman olduklarını ileri sürmektedirler. Kelime-i şahadeti telaffuz etmelerine rağmen firavun-laşan ve firavunlara kulluk yapan kimseler müslüman değildirler. Bu kimseler namaz da küsalar, oruç da tutsalar, hacca da gitseler ne yazık ki müşriktirler. Çünkü kelime-i şahadet sihirli bir söz veya büyülü bir kelime değildir ki, bu sözü söyleyen kimseyi kendiliğinden mü’min yapabilsin!. Oysa büyüden ve sihirden münezzeh olan kelime-i şahadetin; insanların inançlarına, yaşantılarına, fiillerine müdahale eden yüce bir anlamı vardır. Netice olarak kelime-i şahadeti bu yüce anlamıyla kabul ve tasdik eden bir insan, kurtuluş yolcusu bir müslüman olabilmektedir. Tevhidi davet, bu istikamette ve bu anlamda yapılan bir davettir. Davetin Özü, birliğe ve bütünlüğe dayanmaktadır. Allah’tan başka mercilere yapılan davet, kime yapılırsa yapılsın tevhidi bir davet değildir. İnsanlann kulluk bazında davet edildikleri merci ister bir politikacı, ister salih veya sapık bir şeyh olsun, böyle bir davet İslami değildir. Çünkü İslam’a göre Resulullah (s.a.v.) dahi, insanlar, kendisine davet etmekten nehyedilmiş ve böylesi davetlerin şirk olduğu beyan edilmiştir. Sen Rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma.[xxi][21]
Tevhidi Yönelişin Prensipleri
Tevhid meselesi, temelde özgün bir inanca, sağlam bir akideye öncelik vermesine rağmen, sadece akidevi bir mesele değildir. Tevhid gerçeği tertemiz ve aydınlık bir inanç olmakla beraber, aynı zamanda yaşantıya yön veren ve yaşanan bir gerçektir. Muvahhid bir müslüman, tevhidi bir akideye sahip olduğu gibi, bu tevhid akidesini pratik yaşantısına yansıtan bir müslümandır. Teoride tevhidi düşünmesine rağmen, pratikte bu tevhidi veya bu birliği yaşamayan kimseler, muvahhid değil, fasık veya münafık olan kimselerdir. Oysa iç ve dış bütünlüğü, tevhidin vazgeçilmez şartla-nndan biridir. Herhangi bir insanın iç dünyasındaki inancıyla, dış dünyasındaki pratikleri birbiriyle çelişiyorsa, henüz kendi nefsinde bile tevhidi gerçekleştiremeyen bu insana nasıl muvahhid diyebiliriz? Muvahhid bir müslüman, tevhid gerçeğini öncelikle kendi nefsinde gerçekleştiren bir müslümandır. İnsanları birlik ve bütünlüğe davet eden tevhid gerçeğinin prensipleri, muvahhid müsiümanlar için vazgeçilmez prensiplerdir. Öncelikle itikadi düzlemde başlayan bu prensiplere, yine genel olarak ve kısaca açıklık getirmeye çalışacağız.,
İtikadda Tevhid
İtikadda tevhid, tevhid akidesinin öncelikli ve kaçınılmaz şartıdır. Herhangi bir kimsede tevhidi bir akide yoksa, bu kimsenin bütün davranıştan veya bütün konuşmaları tevhidi gibi gözükse dahi bu insan muvahhid bir müslüman değildir. İtikadda tevhid demek, itikadı meydana getiren bütün inançlarda hak ve gerçeğe eş koşmamak demektir. Çünkü tevhid birliktir, bütünlüktür. Yaratılmış çokluklann fevkindeki Biri idrak etmek, bu Bir’e İnanmak ve zerre kadar eş koşmamaktır. Muvahhid bir müslümanın itikadi meseleleri veya inandığı hususlar birden çok olmasına rağmen, bütün bu inançlar tek bir öze, tek bir gerçeğe dayanmaktadır. Bu gerçek daha önce de belirttiğimiz gibi sadece Allah’a yönelmek, Allah’a zatında, sıfatlannda ve fiillerinde ortak tanımamaktır. Birçoklanmızın bildiği gibi Şanı yüce Rabbimizin güzel sıfatlarını içeren isimlerine, esma’ül hüsna denilmektedir. Belli bir adetle sınırlandıramayacağımız fakat halk arasında genellikle doksandokuz olarak bilinen bu isimlerden bazılan şunlardır., El Musavvir: Her şeyi tasvir eden, bir şekil ve hususiyet veren. El Alim: Herşeyi hakkıyle bilen. Es Semi: Herşeyi hakkıyle işiten. El Basir: Gizli açık herşeyi hakkıyle gören. El Ganiyy: Çok zengin ve her şeyden müstağni olan El Hayy: Gerçekten diri olan Malikü’l mülk: Mülkün gerçek ve ebedi sahibi olan… Bu isimlerin içerdiği mananın bizlere yabancı olmaması; bu isimlerin, bizlerin yaratılışında kısmi olarak teceili etmesindendir. Mesela tasvir etme, bilme, görme, işitme gibi sıfatlar, Rabbimiz tarafından kısmi olarak bizlere de verilen sıfatlardır. Ancak tekrar ederek belirttiğim gibi, bu sıfatlar bizlere kısmi olarak verilmiştir. Bizlerde mutlak ve müstağni olan hiçbir sıfat yoktur. Zaten insanların azması, insanların tağutlaşmasi, kendilerinde bulunan kısmi veya kısıtlı sıfatlan mutlak ve her şeyden müstağni zannederek, bu beşeri sıfatlara İlahilik nisbet etmelerinden kaynaklanmaktadır. Mesela biz yaratılmışlar, birbirimize karşı müstağni olabiliriz. Fakat bu müstağnilik, her şeyden müstağni olmak anlamına gelen mutlak bir müstağnilik değildir. Bu konuda sının aşan kimseler, kendilerini Allah’tan ve Allah’ın hükümlerinden bile müstağni görerek tağutlaş-maktadıriar. Bizatihi fani olan üç-beş parça mala sahip olduktan sonra kendilerini malikü’l mülk zanneden holding veya tröst sahipleri de, tağutlaşan aynı sapıklardandır. Bu şekilde tağutlaşanlar ile, bu tağutlan meşru ve makbul kabul edenler arasında pek bir fark yoktur. Çünkü cehenneme hem tağutlar ve hem de tağuta inanan, tağutlan meşru kabul eden, tağutlan destekleyen kimseler girecektir. İşte insanları cennet yoluna ileten itikadda tevhid demek; Rabbimizin mutlak olan afatlarını hiçbir yaratığa, hiçbir merciye nisbet etmemek, hak olan gerçeğe kendi bütünlüğünde iman etmek demektir.
Amelde Tevhid
Tevhid gerçeğiyle karşılaşan kardeşlerimiz, bu gerçekle karşılaştıkları ilk dönemlerde içlerinin ve dışlarının aydınlandığını, dünya ve dünyaya bakışla ilgili karmakarışık düğümlerin çözüldüğünü yakından hissetmişlerdir. Bunlar gerçekten güzel, çok güzel duygulardır. İşte bu güzel ve aydınlık duygulann kalıcı olması, ancak ve ancak tevhid gerçeğinin yaşanmasıyla mümkündür. Çünkü insan fıtratıyla ilgili bir gerçek vardır ki, bu gerçek yaşanan duygulann büyümesi, yaşanan inançlann kökleşmesidir. Yaşanmayan inançlar ise değişmeye ve yok olmaya mahkumdur. Bir insanın yaşadığı yanlışlar, yaşamadığı doğrulara etki etmekte ve yaşanan yanlış, yaşanmayan doğruya ağır basmaktadır. Nitekim Resulullah(s.a.v.)’in İnsan ya inandığı gibi yaşar, ya da yaşadığı gibi inanmaya başlar buyruğu, aynı gerçeği ifade etmektedir. İnsan psikolojisini yakından tahlil eden kimseler, bu gerçeği daha iyi anlayacaklardır. İnsanlar kendi nefislerin-deki ikilemlerden ve çelişkilerden doğal bir rahatsızlık duymaktadırlar. Bu rahatsızlıktan ve bu çelişkilerden kurtulma-lan için ya amellerini inançlarına göre, ya da inançlarım amellere göre değiştireceklerdir. Amellerin tevhid inancına göre değişmesi ise, hiç şüphesiz ki iç dünyamızdaki tevhidi duygulann daha bir kökleşmesine, daha bir gelişmesine neden olacaktır. Amellere yansıyan tevhid, insan psikolojisindeki birçok çelişkileri, birçok bunalımlan da ortadan kaldıracaktır. Allah’a eş koşan veya ortak tanıyan müşrikler, hal ve davranışlarında birden, fazla merciyi gözetmek, birden fazla merciyi hoşnut etmek durumundadırlar. Ki çoğu kez, putlaşhnlmış bir merciyi memnun ederlerken, diğer mercinin gazabıyla karşılaşabilmektedirler. Her ikisini, her üçünü veya her dördünü razı ve hoşnut etmek ise; ayn ayrı kimlikler, ayn ayn yönelişler gerektirdiğinden, bu kimseleri kimlik çelişkilerine ve psikolojik bunalımlara sürüklemektedir. Amel ve eylemlerini tevhide ayarlayan muvahhid müslümanlann, böylesi problemleri yoktur. Muvahhid müslümanin kimliği, bir olan tevhid gerçeğine göre şekillenen kimliktir. Her şeyin fevkinde korkacağı, her şeyin fevkinde sakınacağı, her şeyin fevkinde razı ve hoşnut edeceği merci de, sadece bir mercidir. Müslüman bir insan İlahi buyruk gereği anne babasına itaatle yükümlü tutulmasına rağmen, şayet anne baba evlatlannı şirke davet ederlerse, bu davet ve davetin gereği hususlarında itaat yükümlülüğü ortadan kalkmaktadır. Böylesi durumlarda dahi, müslüman bir muvahhid herhangi bir çelişkiye düşmez. Allah’ın gazabına rağmen anne babasının hoşnutluğunu, Allah’ın gazabına rağmen eşinin hoşnutluğunu, Allah’ın gazabına rağmen evladının hoşnutluğunu, Allah’ın gazabına rağmen herhangi bir liderin, bir din adamının, bir politikacının hoşnutluğunu gözetmek, gözetebilmek, muvahhid bir müslüman için mümkün değildir. İnancına göre yaşayan, inancına göre amel eden muvahhid bir müslüman, tevhidi çizgiden sapması için kendisine yöneltilen tehdit ve mükafatlara hiç iltifat etmez. Çünkü muvahhid bir müslüman için en büyük tehdit cehennem, en büyük mükafat ise cennettir..
Yol Ve Metodda Tevhid
Müslümanlar için İslam dini, hem bir hayat şekli ve hem de uğrunda mücadele verilecek kutlu bir davadır. “Her davanın bir hedefi, bir amacı bulunduğuna göre, İsla-mi davanın hedefi veya amacı nedir?” sorusu, düşünmemiz gereken bir sorudur. Hakim otoriteler tarafından dini baskılanri yoğunlaştığı yakın tarihte, İsiam genel olarak ferdi düzlemde ele alınmış, meselenin toplumsal yönü haklı veya haksız nedenlerle gözardı edilmiştir. İslam’ın sosyal ve siyasi şuurunun açıklık kazanmaya başladığı günümüzde ise geçmişe tepkisel bir yaklaşım ortaya çıkmış, İslam davası sadece siyasi ve toplumsal bir dava olarak algılanmaya başlamıştır. Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşın buyruğunu şiar edinen bazı müslümanlar, kendi nefislerindeki fitneyi unutarak, toplumsal düzlemdeki fitneleri kaldırmak için yönelişlerde bulunmuşlardır. Bu yönelişîerdeki yol ve metod farklılıkları ise, müs-lümanlan vahdetten uzaklaştıran ve değişik fırkalara ayıran önemli bir neden olmuştur. Yol ve metodda tevhid demek, Allah’ın emrettiği hedefe, Allah’ın gösterdiği yoldan gitmek demektir. Yol ve metod konusunda muhayyer bırakılmış olsaydık, mücadelenin teorisiyle ilgili olarak akli çözümlemeler üretmemiz makul olabilirdi. Oysa tevhidi mücadelenin temel prensipleri bulunmakta ve bu prensiplerden kesinlikle ve kesinlikle taviz verilmemesi emredilmektedir. İlahi vahyi dikkate almayan akıla dayanan, tağutu gözardı eden, tağutla uzlaşan veya tağuti düzlemleri meşru kabul eden hareketler, hiç şüphesiz ki İslami hareketler değildir. Yol ve metod olarak batıla yönelen bu kimselerin, kendilerine yöneltilen haklı eleştirilerden kurtulabilmeleri için “Bizler toplumu kurtarmak için kendimizi feda ediyoruz” demeleri ise, adeta moda olmuştur. Birçok kimseye cazip veya kahramanca gelen bu yaklaşım, İslam’a göre batıl bir yaklaşımdır. Çünkü İslam’a göre bir insanın kurtarmakla, yükümlü ve sorumlu olduğu ilk şey kendisidir. Kendisini kurtarmayan, kurtaramayan bir insanın, başkalarını veya toplumu kurtarmaya kalkışması sadece mizah konusu olabilir. Mekke döneminin yoğun baskılarından kurtulmak için Habeşistan’a hicret eden müslümanlar, öncelikle kendi kulluklannı muhafaza edebilmek için bu hicrete yönelmişlerdir. Bu müslümanlar hicret ederlerken, Mekke’de insanları kurtarmaya yönelik İslami bir hareket vardı. Habeşistan’a hicret eden müslümanlar, bazı tavizlerde bulunarak Mekke’de kalabilirler ve toplumun kurtulması için verilen mücadelede, kendi kulluklarından fedakarlık yaparak yer alabilirlerdi. Fakat İslami hareket böylesi kimlikleri kabul etmediği gibi, o insanların toplum için kendilerini feda etmesini de kabul etmemektedir. Günümüzde batıl yol ve yöntemlere başvuran kimseler, bu günkü anlayışlanyla Mekke’de yaşıyor olsalardı, kesinlikle Habeşistan’a hicret etmezlerdi. Kendilerini gizleyerek, kulluklarından fedakarlık yaparak ve gerekirse dar’ül Nedve’nin en üst koltuğuna talip olarak, İslam adına insanları kurtarabileceklerini zannederler ve kendilerini hak adına uyaran müslümanlara da, bizlere dedikleri gibi “Toplumu kurtarmak için kendimizi feda ediyoruz” diyebilirlerdi!. Oysa cehennemden korkan müminler olarak, değil bir toplumun kurtulması, bütün bir dünyanın kurtulacağını bilsek, kendimizi ateşe atmaktan Rabbimize ağınırız. Bu yaklaşım bazılarına göre bencillik gibi gözükse de, aslında korkaklıkla ilgilidir. Bu ciddi meselede Allah’a hamdolsun ki cesur değiliz. Binlerce insanın ebedi cehennemden kurtulabilmesi için, bir gün bile cehennemde kalmayı göze alabilecek yiğitlik yoktur bizde!. Çünkü yüreğimizde cahillere Özgü böyle bir cesaret değil, mü’minlere özgü cehennem korkusu bulunmaktadır. Kaldı ki insanların ateşten kurturabilmesi, kendimizi ateşe atmamız gibi saçma bir vesileye de bağlı değildir. Hangi peygamber toplumu kurtarmak için kendisini feda etmiş, toplumun cennete gitmesi için cehenneme razı olmuştur!. Oysa İslam’ın emrettiği yol ve yöntem, hem kendi nefislerimizi ve hem de çevremizdeki insanlan kurtarmayı amaçlayan tevhidi bir yol, tevhidi bir yöntemdir. Yol ve metodda tevhid, ancak ve ancak Kur’an’ı Kerim çerçevesinde ve O’nun hükümlerine göre gerçekleşebilecek bir tevhiddir. Falanca din adamının yolu, filanca politikacının metodu, insanlan onların nzasına ve hoşnutluğuna götürürken., Allah’ın emrettiği yol ve metod, bizleri hiç şüphesiz ki Allah’ın hoşnutluğuna götürecektir. Bu yolun en özlü ifadesi olan sırat-ı müstakim ise, asıl itibariyle sadece ve sadece tek bir yoldur. “Her yol Ankara” veya daha doğru bir deyişle “Her yol cehennem” ifadesi, Ankara’ya veya Ankara’dakine talip olanlar için doğru bir ifade olsa da, “Her yol cennet” ifadesi, cennete talip müslümanlar için kesinlikle doğru değildir. Çünkü bizleri cennete götürebilecek yegane yol, Sırat-ı müstakimdir.
Dinde Tevhid
Dinler arası sentez tartışmalarının yapıldığı, birçok safsatalann ileri sürüldüğü yaşadığımız çağda, muvahhid bir müslüman, Allah’ın razı olacağı yegane dinin İslam olduğunu bilen ve bu bilinçle sadece İslam’a yönelen müslümandır. Çünkü Kur’an’ı Kerim müslümanlara bu bilinci vermekte ve bu tevhidi tavıra davet etmektedir., Bir muvahhid (hanif) olarak yüzünü dine doğru yönelt ve sakin müşriklerden olma[xxii][22] Dine karşı bu tevhidi yöneliş, dini birleyen, dini bir bütün olarak kabul eden yöneliştir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’in birçok yerinde beyan edilen, dini Allah’a halis kılma vakıası da, aynı tevhidi bakıştan kaynaklanan bir vakıadır. De ki: Ben dinimi yalnızca O’na hah hlarak Allah’a ibadet ederim.[xxiii][23] Dini yalnızca Allah’a halis kılmak, Allah’ın razı olacağı dinde eş ve ortak tanımamak olup, tevhid dininin açık bir gereğidir. Bunun nasıl gerçekleştirileceği veya müşriklerde dahi nasıl gerçekleştiği ise Kur’an’ı Kerim’deki şu örnekle açıklık kazanmaktadır., Onları kara gölgeler gibi dalgalar sanverdiği zaman, dini yalnızca O’na halis kılanlar olarak Allah’a yalvarıp, yakarırlar..[xxiv][24] Yüce Kitab’ımızın muhteiif yerlerinde zikredilen bu örneklerde, insan psikolojisinin özüne ait önemli ipuçları verilmektedir. Bu örneklerde zikredilen ve dini Allah’a halis kılan insanlar, genellikle müşriklerdir. Denizde fırtınaya yakalanan bu insanlar, müşrik olmalarına rağmen kendi fıtratlarında bulunan gerçeğe dönmekteler ve dini yalnızca Allah’a haîis kılarak, Allah’a dua etmektedirler. İnsan fıtratiyla ilgili bu gerçeğin anlaşılabilmesi için, mutlaka denizde bir fırtınaya yakalan iknası gerekmez. İnsanlardan veya teknolojik imkanlardan umud kesilen bütün durumlarda, insaniarın genelinde bu yöneliş vardır. Diğer zamanlarda Allah’a eş koşan veya Allah’tan bihaber olan bu insanlar, böylesi durumlarda yüzlerini ve gönüllerini sadece Allah’a yöneltirler. Para için hazine bakanlığına, şifa için sağlık bakanlığına dua ederek “Sayın bakanım, bana şifa ver!” demezler. Yalnızca Allah’a yönelerek “Allah’ım yardım et, Allah’ım şifa ver..” dualan gerçekten Allah’a yönelerek, dini Allah’a halis kılarak yaptıklan dualardır. İşte müşriklerin ve kafirlerin sadece böyiesi durumlarda gerçekleştirdikleri bu yöneliş, muvahhid müslümanlann bütün bir hayatlannda yaşadıkları yöneliştir. Muvahhid müslümanlar sadece fırtınaya yakalandıklarında veya sadece önemli tehlikelerde değil, her yerde ve her zaman Allah’a muhtaç olduklarını bilirler. Kendilerini yaratan ve yaşatan Rabîerine bu bilinçle, bu teslimiyetle yönelirler. Çünkü dini Allah’a halis kılmak, tevhid dinini bir ve bütün kabul etmek, muvahhid müslümanlar için sürekli ve fasılasız bir gerçektir.
SONUÇ
Efendimiz (s.a.v.) Mekke insanlarına İslam’ı tebliğ ederken, bütün bu insanları kelime-i tevhide davet etmiştir. “La ilahe illa Allah” ifadesi, Mekke’li bütün yetişkinler tarafından anlaşılabilen bir ifadeydi. Bu insanlar İlahi daveti kabul etmeseler bile, neye davet edildiklerini ve bu davetin neleri gerektirdiğini biliyorlardı. “La ilahe” buyruğu, Allah’tan başka ilah olmadığını beyan etmekte ve dolayısıyle Mekke’li insanlan bütün sahte ilahları inkara davet etmekteydi. Zaten kelime-i tevhidin ne anlama geldiğini bildikleri için, Resulullah (s.a.v.) “La ilahe illa Allah” dediği zaman, müşriklerin yüzleri değişiyor, hırstan ve kızgınlıktan ne yapacaklannı şaşınyoriardı. Mekke’li yetişkinlere “La ilahe” buyruğu ile neleri reddetmeleri gerektiğini uzun uzun açıklamıyan Resulullah (s.a.v.), henüz küçük bir çocuk olan Hz. Ali’ye kelime-i tevhidi tebliğ ederken, onun yaşını ve anlayışını dikkate alarak tebliğine açıklık getirmiş ve ona “La ilahe buyruğunun gereği olarak Lat, Menat, Uzza gibi putları inkar etmen lazım” demiştir. ] Efendimiz (s.a.v.)’in bu sünnetini dikkate alarak meseleyi günümüze getirecek ve halk düzleminde değerlendirecek olursak, Türkiye coğrafyasında kelime-i tevhidin ne anlama geldiğini ve neleri gerektirdiğini bilebilecek yetişkinler yok denecek kadar azdır. Yaşadığımız coğrafyadaki insanlara, hem kelime-i tevhidin manasını ve hem de bu mananın gereğini tebliğ etmemiz gerekmektedir. Çünkü tevhidi tebliği götürmemiz gereken insanların, yaşadığımız coğrafyada neleri tasdik edip, neleri reddedeceklerini anla-malan gerekir. “La ilahe(Allah’tan başka ilah yoktur)” diyerek doğrulan bir insan, yaşadığımız çağda hangi puttan, hangi sahte ilahları reddedecektir? Efendimiz (s.a.v.)’in zamanındaki putlar, genellikle belli bir yerde toplanan ve belli sayılarda olan putlardı. Zamanımızda ise legal ve ilegal düzlemlerde sayısız putlar bulunmaktadır. İlegal düzlemdeki putlar, genellikle kanun korumasında olmadıkları için, birçok insana göre bu putlann teşhir edilmesi daha kolay olmaktadır. Legal düzlemdeki putlar ise şeytani kanunlann koruması altına alınmış olup, yine şeytani propagandalarla kutsanmaktadır. Legal düzlemde olmakla resmilik kazanan bu putlar, legalleşen mantıkların meşru gördükleri putlardır. Çünkü çağımızdaki toplumlarda legallik veya resmilik bir put haline getirilmiştir. Sivil toplum ifadesi, sık sık kullanılan bir ifade olmasına rağmen, bazı ülkelerde gerçekleşen kısmi siviliik, sadece sosyal konum düzlemindedir. Özellikle mantık ve düşünce düzleminde sivilleşme vakıası yok denecek kadar azdır. Dünya emperyalizminin tahakkümündeki basın yayın faaliyetleriyle, insanlann mantık ve düşünceleri resmileştirilmiştir!. Bu ülkelerde devlet veya devletle ilgili şahıslar ve kuruluşlar, başlı başına birer tabu haline getirilmiştir. Nitekim resmi propagandanın ulaştığı köylerdeki herhangi bir vatandaş, birçok konuda resmi makamlar istikametinde düşünebilmektedir. Netice olarak legal ve ilegal şirk odaklarının cazip hale getirildiği günümüz dünyasında, bu şirk odaklarının hepsi birer tağut durumundadır. Muvahhid müslümanlar “la ilahe” buyruğunun gereği olarak insanları tağutu inkara davet ederlerken, tağut ifadesiyle bu şirk ve küfür odaklarının hepsini kastetmektedir-, ler. Günümüz insanı tarafından bilinmesi gereken ‘Tağut’ kelimesi, haddi ve sının aşmak, karşı çıkışta fazla ileri gitmek anlamına gelen “Tuğyan” mastarından türemiş bir kelimedir. “Pratik yaşantıda tağut nedir?” sorusuna “Puttur, şeytandır, şeytanların üzerine indiği kahinlerdir, Allah’tan başka ibadet edilen her şeydir” gibi, birbirini tamamlayan cevaplar verilmektedir. Tağut en kısa ifadesiyle şirk, küfür, isyan ve azgınlık vasıflarını üzerinde taşıyarak insanları kendisine davet eden her şeydir. Şeytan bir tağuttur, meydanlara,dikilen ve kendisine saygı gösterilmesi istenen putlar ve putperest davetçiler bir tağuttur, İnsanlan, Allah’ın hükümlerini inkara dayanan kanunlara çağıran kişi ve kuruluşlar bir tağuttur, İnsanlan Allah’a isyana ve kendilerine kulluğa davet eden bütün kişiler, bütün kuruluşlar, bütün devletler birer tağuttur. İşte tevhid gerçeği, hakkı kabulle birlikte legal veya ilegal olan bütün bu tağutlan inkar etmekte ve insanlan bu inkara davet etmektedir. Çünkü yirminci yüzyıldaki dünya insanlannı ezen, insanlan ve insanlığı sömüren zulüm odaklan, kısaca tağut dediğimiz bu şer odaklarıdır. Böyle bir çağda müslüman olmak, hakkı kabul ve tağutu inkar etmekle mümkündür. Tevhid ve şirk meselesini kısaca değerlendirdiğimiz bu çalışmanın son sözü, hiç şüphesiz ki bu iki ayn yönelişin, iki ayn sonucunu beyan eden, kimilerine basit, kimilerine anlamlı, kimilerine ise dehşetli ve muazzam gelen iki kelime olacaktır., Cennet ve cehennem!.
[xxv][1] Ankebut 61 [xxvi][2] Ankebut 63 [xxvii][3] 30-Rum 30 [xxviii][4] 4-Nisa 116 [xxix][5] 5-Maide 72 [xxx][6] 39-Zümer 65 [xxxi][7] 6-En’am 88 [xxxii][8] Ahkaf 29…31 [xxxiii][9] 6-En’am 100 [xxxiv][10] 34-Sebe41 [xxxv][11] 34-Sebe 14 [xxxvi][12] 72-Cin 6 [xxxvii][13] 113-Nas 1.2 [xxxviii][14] 28-Kasas 63 [xxxix][15] Nahl 20.21 [xl][16] 16-Nahl 53…55 [xli][17] 22-Hac 47 [xlii][18] 10-Yunus 45 [xliii][19] 30-Rum 55 [xliv][20] 16-Nahl36 [xlv][21] 28-Kasas 87 [xlvi][22] 10-Yunus 105 [xlvii][23] 39-Zümer 14 [xlviii][24] 31-Lokman 32
Schrijver: Mehmed Alagas
|
Tawhied en ShirkInleiding
In naam van Allah de Barmhartige de Genadevolle.
Lof en het mooiste lofuitingen behoren tot Allah die eeuwig bestaat en zal bestaan, die met genade de mensheid en het helaal gecreëerd heeft, die ons beloont met ontelbare zegeningen en met zijn genade ons het juiste pad laat zien. De zegening en de vrede is voor degene die geliefd is bij de Heer der Werelden, door mensen herkend en in hoeverre hij gerealiseerd word geliefd is, onze meester, onze leidsman, onze gids Mohammed Mustafa (sav), de vrede is tevens voor zijn familie, metgezellen en voor zijn gemeenschap (Ummah ) die zich inspannen en hun uiterste best doen om zijn weg te willen volgen.
De twee begrippen Shirk en Tawhied worden in onze samenleving in het algemeen wel herkend. Hoewel men zeer van bewust is dat deze twee begrippen rechtstreeks verband hebben met de basisstructuur van de Islam, blijven deze kwesties wat betreft de omvattende betekenissen en de functies in het leven, toch onwetend voor de maatschappij.
Het actueel houden van deze twee begrippen en dezen in alle bewoonde wereld delen tot begrijpelijke begrippen te brengen, is een absolute vereiste voor de uitnodiging tot de Islam. Vooral Shirk is een kwestie, dat al vanuit de verleden in de geest der mens geïllustreerd wordt. Wanneer, aan onze mensen die bij elk soort van hedendaagse Shirk betrokken zijn dan wel er mee van aangezicht tot aangezicht bevinden, over Shirk wordt verteld, denken ze echter, om welke reden dan ook, het alleen te willen associëren met de afgoden die door de afgoddienaars van Mekka werden aangebeden. Ten gevolge hiervan, is de afgoderij of Allah associëren met iets, volgens velen van onze mensen, in de verleden bestaande gebeurtenissen en daarom dat er tegenwoordig van dergelijke primitieve dingen niet ter sprake is.
Echter leven we in zo een tijdperk dat de afgoddienaren en Moesrikoen, niet onder de Islamweigeraars te vinden zijn, maar ze zijn wel mogelijk te vinden onder degenen die zich associëren met de Islam. Er bestaan zoveel mensen die denken moslim te zijn maar absoluut geen enkel verschil hebben in hun Itiqaad (vaste overtuigingen), oriëntaties en levens ervaringen dan van de Moesrikoen of van de afgoddienaren.
Echter als je ze vraagt zullen ze zich “ Elhamdoelillah wij zijn moslims” noemen. De oorzaak van deze controverses liggen vanzelfsprekend, bij het onvoldoende actueel houden en niet goed uitleggen van deze twee begrippen op basis van de wereld delen waar we op leven. Met deze boekenwerk doelen we onze mensen de benodigde basisprincipes te geven ten aanzien van de feitelijke Tawhied en het Shirk. Bij het verwerken van deze kwesties is er rekening gehouden met mensen van eigen wereld deel en met de situaties waar ze zich in bevinden. Bovendien hebben we geprobeerd om het kort en bondig te houden. We wensen dat onze werkstuk door de feitelijke eigenaar van Ghayr ( beloning ) namelijk van onze Heer Allah beloond word. Mehmed ALAGAŞ İZMİR/1991
Definitie van het Shirk
Van “Het partner zijn “ betekenende She-ri-ke werkwoordstam, komt de werkwoordsvorm Shirk tot stand en dat betekend een “Partner toekennen aan” of “associëren met”. Wanneer het als een begrip wordt gebruikt in de islamitische praktijk, krijgt het de volgende betekenis; “Een partner toekennen of iets gemeenschappelijks toeschrijven ” aan de eigen en/of de eigenschappen van de Heer der werelden namelijk Allah. Terwijl alle handelingen en/of beschouwingen die betrekking hebben tot een partner toekennen of iets associëren met Allah Shirk betekent, betekent de daders van deze handelingen en/of beschouwingen Moesrikoen. Ondanks Shirk, in de hele kwestie rond de Islam, een partner toekennen of iets gemeenschappelijks toeschrijven aan Allah betekent, betekent het, volgens de huidige gemeenschappelijke beschouwing, in het algemeen, het weigeren van Allah is. Juist door deze vervormde inzicht, wordt tegenwoordig de Allah weigeraars als Moesrikoen benoemd en daarentegen worden de Moesrikoen die zich voorstellen in Allah te geloven als Moslims benoemd.
Wanneer, een persoon die verantwoordelijk is met de Islam, na het waarnemen en contempleren (tefekkur) over de situaties die betrekking hebben tot de schepping, zegt tot een conclusie te komen dat Allah bestaat, maar toch zou alleen deze bekentenis en/of er in geloven, hem niet tot een moslim maken. Zoals het bekend staat geloven de Moesrikoen ook in Allah’s bestaan en dat Allah de Schepper is. Wezenlijk wordt in de Koran de volgende over de Moeshrikoen geciteerd.
Maar als jij hun vraagt wie de hemelen en de aarde geschapen en de zon en de maan dienstbaar gemaakt heeft, dan zeggen zij: “Allah.” Hoe kunnen zij dan zo zijn afgeleid? Ankebut 61
En als jij hun vraagt wie uit de hemel water laat neerdalen om daarmee de aarde te doen herleven nadat zij dood was dan zeggen zij: “Allah.” Zeg: “Lof zij Allah!” Maar de meesten van hen zijn niet verstandig. (ankebut 63)
Zoals deze genoemde verzen uit de Koran, worden deze kwesties verduidelijkt. Een Moeshriek is een persoon die in Allah gelooft terwijl die, aan Allah iets gemeenschappelijks toeschrijft. Hoezeer ook de geloof van deze Moeshriek in Allah’s bestaan een imitatie ( taklid) of een geverifieerde ( tahkiki ) geloof is, is deze persoon en Moeshriek en zal niet binnen de kader van de Islam behoren . Na een korte inleiding betreffende de definitie van de Shirk kwestie, kunnen we de Shirk dat mensen tot een Moeshriek maakt! in twee algemene rubrieken evalueren, namelijk de Shirk in de Itiqaat en de Amel.
Shirk in de Itiqaad
Itiqaad betekent, een oprechte, innige toewijding aan en/of geloven in de fundamentele waarden van een Dien; namelijk levenswijze, geloofsovertuigingen of levensbeschouwingen . Hoewel de basis geloof principes van de Islam zoals in het credo (kernspreuk) als “AMENTU”, zes wordt verklaart, zal een dergelijke aanpak toch zeer restrictief zijn. Hedendaagse moslims zijn verplicht in Allah, profeet maar ook als geheel in de Koran te geloven. Alle vermelde feiten en alle verklaarde beginselen in de koran, zijn voor een moslim een geloof ‘s principe. Deze geloof beginselen willen verdelen, een deel als basis en een ander deel als een detail willen aanvaarden, is voor moslims niet acceptabel.
Volgens de Islam is geloven in Allah, zeker het meest fundamentele overtuiging. Alleen dit is niet het geloof, zoals dat in verschillende vertellingen en bijgeloof vermengde verhalen verteld wordt. Hoe en in welke vorm de geloof in Allah moet wezen, wordt in het unieke bron, namelijk in de Koran vermeld. Moslims moeten zich goed realiseren dat ze geschapen creaties zijn en derhalve zich sterk moeten vermijden met hun eigen geest en benaderingen om de schepper te beschrijven of te definiëren.
Volgens de Moslims is het meest juiste definitie van Allah de volgende; hoe Allah zich in de Koran heeft gedefinieerd. Moslims mogen van deze definitie nooit wat afhalen en aanvullen. Want door zo’n aanpak zal de meren deel van mensen naar een Shirk moeras gesleept worden. In de basisvorming van het “shirk in de itiqaad”, ontstaan in de geloof in Allah, dergelijke perverse (sapik) benaderingen. Echter de meren deel van moeshrikoen kennen met dergelijke aanpakken deelgenoten toe aan de eigen en de eigenschappen van Allah.
De genen die zich in de Shirk in de itiqaad bevinden, veronderstellen of beweren zich gewoon moslims te zijn. Helaas zijn wij in staat om vele voorbeelden te geven, over deze voorkomende personen die een Shierk in de itiqaad plegen. Bijvoorbeeld wanneer een persoon beweert dat de enige schepper Allah is en tegelijkertijd associeert de schepping van de heelal, de wereld en alles wat in de wereld bevind met een ander of, als die zegt dat de enige rezzak (dat wil zeggen dat Allah de enige onderhouder is) Allah is en samen met Allah andere dingen ook op de voorgrond brengt als een rezzak of, beweert dat de enige Hadi (dat wil zeggen de enige die mensen leid naar de licht namelijk de Islam) Allah is en tegelijkertijd anderen ook ziet als een Hadi of, zegt in te geloven da de enige en de absolute rechter Allah is en toch de overheersing relateert met andere personen of autoriteiten … Concluderend; zullen deze mensen met dergelijke opvattingen zich in de Itikadi Sirk bevinden. Hoewel deze in het kort toegelichte voorbeleden van itikadi shirk niet echt bij de moslims te waarnemen zijn , kunnen we toch niet helemaal beweren dat moslims genoeg bewust zijn met deze zaken. Zelfs sommige geleerden dat blijkt gezond verstand te hebben roepen bij hun islamitische strijd (uitnodiging) de volgende; “ Onze strijd is om de overheersing van Allah te realiseren.” Het roepen van dergelijke woorden is in de eerste instantie niet passelijk bij de geleerden die verantwoordelijk zijn voor het kennen van Allah’s titels. Moslims vooral de geleerde moslims moeten met klem zulke woorden, dat tot een afwijking in de itikad kunnen leiden voorkomen. Want wij zijn zeer van bewust dat Allah de absolute overheerser der werelden is. De titel “de goddelijke soevereiniteit” van de Schepper, is niet een tittel dat door de inspanning van ons als schepselen uit te voeren of te voltooien is. De titel “Heerschappij” van Allah is reeds op zich zelf al ongebonden van elke beperkingen. Deze dominantie is zo groot dat deze goddelijke regel, wel of niet geaccepteerd wordt toch de hele schepping en alle schepselen omvat. Om te denken dat, wanneer de goddelijke soevereiniteit van Allah door bepaalde landen wel geaccepteerd wordt dan daar het wel heerst en wanneer het geweigerd wordt dan daar het niet heerst, is een zeer misleidende itikad. Zelfs wanneer een Farao of een Nemrud die een land beheert, Allah’s heerschappij verwerpt, zal in die land nog steeds de absolute heerschappij niet van die Farao of Nemrud worden. Indien Farao of Nemrud die de goddelijke soevereiniteit verwerpen, de werkelijke eigenaren van de heerschappij in hun land waren, of de lijders waren, had Farao Mozes en Nemrud Ibrahim zonder enige twijfel, makkelijk om het leven kunnen brengen. Hoewel ze over de boodschappers van Allah de dood wilden bepalen, weten we toch dat van een pseudosoevereiniteit als woordvoerder zijnde, zijn zij onderworpen aan het oordeel van de goddelijke soevereiniteit en zijn zij gedwongen eerst te gaan overleden. Want Allah, is ook de absolute heerser over de Farao’s die Allah’s overheersing verwierpen. Indien we de kwestie aansluiten op de resultaten in de geografie van Turkije, kunnen we zien dat niet de heerschappij van Allah maar van de Islam niet bestaat. Daarom is ons inspanning als een Moemin niet voor de heerschappij van Allah maar voor van de Islam. Wanneer wij in onze sommige artikelen of in onze gesprekken benoemen dat de absolute “Heerschappij tot Allah behoort”, dan verlangen we niet een wens van ons te willen realiseren maar we willen mensen erop wijzen dat het een duidelijke feit is. Als gevolg is de geloof in Allah bij moslims, een geloof dat zich distantieert van een Itikadi Shirk en van itikadi afwijkingen en zo is dit passend bij de eenheid van Allah´s namen en eigenschappen. In alle aangelegenheden die verband houden met de Iman ( overtuiging in de Islam ); zich afwijken van dit geloof, en zich afzien van deze richting, is een benadering waardoor mensen meegesleurd worden naar het itikadi shirk.
Shirk in de Amel
Amel betekent een handeling, activiteit, verloop of gedrag. Al het Shirk voorkomende in handelingen,activiteiten en/of gedragingen in het hele levensloop van een mens, benoemen we in het kort Shirk in de Amel. Het Sirk in de Amel is de shirk dat bepalend in de handelingen en activiteiten voorkomt. Bijvoorbeeld, geloven in waarzeggers (zogenaamd) opdat zij de onzichtbare, verborgene te weten kunnen krijgen, of voor verscheidene bedoelingen magie of betoveringen gaan vragen, profijten verwachten van boze oog kralen, van de dooien of slechts van een creatuur zijnde schepselen hulp van uit de verborgene gaan vragen, offeren aan anderen dan Allah, of Ondanks Allah’s bepalingen; betreffende hoe mensen met elkaar moeten samenhangen en hoe ze hun leven moeten richten, toch eigen bepalingen neerzetten of stem uitbrengen aan de mustekbirs ( De arrogante, de opschepper, de onderdrukker die de samenleving op alle aspecten onderdrukt, de Allah weigeraar die Allah’s bepalingen onderwerpt ) , die op soortgelijke manier bepalingen tot stand brengen en zo hen legitiem beschouwen of op een van de manier hun gaan ondersteunen… zijn soorten van Shirk in de amel. Hoezeer de Shirk in de Amel meestal afkomstig is van de Shirk in de Itiqaad, kan in sommige gevallen door de onwetendheid in de Itiqaad voorkomen. Feitelijk zit in de onwetende Itiqaad ook Shirk uitlatingen maar deze uitlatingen zijn niet ondanks de waarheid. Bijvoorbeeld; hoewel ze begrijpen dat Islam niet alleen van enkele aanbiddingen ontstaat, maar op zich een hele orde van leven is, en zeer bewust zijn van Allah’s absolute soevereiniteit over de werelden en Allah’s bepalingen over de samenhang van de mensheid , toch legitiem blijven willen zien van die mustekbirs die Allah’s bepalingen ontwerpen en hen met hun stemmen ondersteunen, bevind in de bron van hen Ameli Shirk niet de onwetenheid van Itikaad maar juist de Shirk in de Itikaad. Bij dergelijke kwesties door officele of officieuze propagandas in bedrog geleide mensen; bevind in hen handelingen die niet de waarheid daar over weten, juist de onwetendheid over de Itiqaad.
Inderdaad, De islam die rekening houd met al deze zaken, zorgt ook voor het onderscheid tussen de daad en de dader. Wanneer een bewuste band staat tussen de daad en de dader wordt de dader volgens de daad betiteld. Als er geen sprake is van een bewuste band, hoewel de daad wel als schrik betiteld wordt en de dader als moslim beschouwd word toch bestempeld die de dader niet met Musriek tot dat de waarheid verteld wordt.
Psychologische en Sociologische Oorzaken van het Shirk
Omdat het Shirk georiënteerden en degenen die het Shirk plegen in feite mensen zijn, is het daarom nodig om de mens grondig te onderzoeken en in zijn verschillende aspecten naar voren te brengen. Wanneer er geen voldoende verduidelijking komt aan de dader als mens van Shirk, zal ook de oorzaken van de Shirk georiënteerde daden geen verduidelijking krijgen.
Wat is mens? Wat zijn, zijn beperkingen en bekwaamheden?
Hoewel het ook kort mag zijn, zullen we toch een verduidelijking moeten geven op deze vragen die gerelateerd zijn met de creatie van de mens. Want alle oorzaken wat de mens meesleept naar Shirk heeft te maken met de geaardheid van de mens. Derhalve voor dat we de oorzaken noemen, moeten we allereerst een algemeen uitleg geven op de geaardheid van de mens die in de ban zit van de invloeden van deze oorzaken.
Een algemeen blik op de geaardheid van de Mens
Als de dader van Shirk met de dader van Tawhied per geaardheid verschillende wezens waren, was het voor ons tijdens de onderzoek op deze twee kwesties nog makkelijker en duidelijker geweest. Echter weten we dat de houders van beide oriëntaties mensen zijn. Het basis georienteerdheid als Tawhied van een Moslim Muwahhied ( dader van Tawhied) en de georiënteerdheid als Shirk van een Moeshriek vinden in de zelfde geaardheid van de mens plaats.
Zoals in het bestaan, kunnen mensen met de zelfde geaardheid zich oriënteren op twee verschillende zelfs tegenstrijdige daden of kanten. We mogen deze, tegenstrijdige verscheidenheden niet waarnemen als verscheidenheden op de geaardheid of op de schepping. Want Onze glorieuze, verhevene Heer (Rabb), die met recht weet hoe en in welke vorm hij de mens heeft geschapen, verklaart op een zeer duidelijke manier “de waarheid “ over de creatie van de mens.
En richt je aangezicht naar de godsdienst als een aanhanger van het zuivere geloof, de van God afkomstige aanleg die Hij de mensen ingeschapen heeft. Gods schepping is niet te veranderen. Dat is de juiste godsdienst, maar de meeste mensen weten het niet. (romeinen 30)
De noodzaak dat we over deze onderwerp moeten begrijpen is; Allah (de geprezene,verhevene) heeft niet alleen moslims, maar alle mensen ingeschapen op het punt van de Islam en bij alle mensen zijn de noodzakelijke faciliteiten en capaciteiten aanwezig om deze Dien ( Levenswijze als Islam ) te kunnen vervullen.
Wanneer we rekening houden met heel wat genoemde goddelijke bevelen uit de Koran, zien we dat de ontvangers als mensen van de goddelijke bepalingen met verschillende onderwerpen zoals de daden als geloven, lief hebben, vrezen, gehoorzamen, bewaken, horen, zien,weten, denken, praten, vergeten, herinneren, hopen, bewonderen, vertouwen en wensen verantwoordelijk zijn.
Dus, daarom is al de nodige natuurlijke uitrustingen om al deze verplichtingen te kunnen voldaan bij de mens aanwezig. Om preciezer te zijn; de kenmerk ‘lief hebben’ is bij de mens die verantwoordelijk is om lief te hebben, de kenmerk van ‘angst’ is bij de mens die verantwoordelijk is om te vrezen, de kenmerk van ‘gehoorzamen’ is bij de mens die verantwoordelijk is om te gehoorzamen, vanuit zijn aard aanwezig. Mensen zijn gecreëerd met de neiging tot lief hebben, vrezen, gehoorzamen, rebelleren. Maar al deze aanwezige natuurlijke eigenschappen van de mens volgens de schepping krijgen een vorm naar keuze van de mensen, worden vervult met de dingen dat mensen kiezen.
Bijvoorbeeld, een mens; geschapen met de neiging om te vrezen, zou de aanwezige leegte van angst in zijn natuur, met de vrees aan Allah of met de vrees aan andere dingen vervullen. Oriëntaties als lief hebben en gehoorzamen zijn ook hetzelfde.
Deze ware aard van de Islam zal niet veranderen als creatie en zal ook niet veranderd kunnen worden; volgens de vervolg van de aangehaalde verse. “Er is geen verandering in Allah’s schepping”.
Mensen; geschapen met de natuurlijke tendensen zoals geloven, lief hebben, vrezen, zich beschermen, gehoorzamen, horen, zien, weten, denken, imiteren op iemand, vertrouwen etc., in welke Dien (levenswijze ) ze ook maar willen bekeren, heeft de veranderingen die bij deze mensen voordoen niets te maken met de natuurlijke tendensen zelf, maar met de dingen die ze met deze tendensen zich tot wenden, goedkeuren en aanvaarden. De Satan aleyhilane ( vloek tot hem ) die deze goddelijke weten met betrekking tot de aard van de mens beter realiseert dan de meeste mensen van ons tijd, geeft richting aan zijn duivelse inspanningen door rekening te houden met deze goddelijke wetten. In feite, de Satan aleyhiliane die de order “er is geen verandering in de schepping van Allah” weet als een vaste en niet mogelijk te veranderen goddelijke wet, heeft om deze reden niet de natuurlijke tendensen willen veranderen (manipuleren) maar de dingen waar men met deze tendensen zich tot richten verandert. Bijvoorbeeld wanneer die zich richt tot iemand die vanuit zijn natuur geneigd is om te vrezen, zou die niet deze van natuur aanwezige tendens als angst willen veranderen of vernietigen. Want hij is zeer van bewust dat deze natuurlijke tendensen niet te vernietigen en te veranderen is!. Daarom komt zijn gevoeligheid niet omdat men geschapen is met de angst tendens, maar dat de mens met deze natuurlijke neiging zich richt tot Allah en van Hem gaat vrezen. Om deze kwestie te kunnen voorkomen en verder dan dat om van deze natuurlijke tendens van de mens te kunnen permitteren, moet hij mensen intimideren met duivelse fluisteringen als vrezen tegen de sancties van de Taaghoot ( alle autoriteiten tegen de autoriteit van Allah ).
|